Bizim büyük yürüyüşümüz aslında Hz. Adem (a.s) ile başladı. Peygamberlerin tamamı Müslüman olduğu, ilk insan da bir peygamber olduğu için, insanlığın tarihi, aynı zamanda İslamlığın tarihidir. Dolayısıyla umumî anlamda İslam tarihinin inişli-çıkışlı seyri, tıpkı varlığımızı kuşatmış bulunan oluş-bozuluş yasasının tezahürleri gibi düşe kalka Efendimiz (s.a.v) zamanına kadar geldi.
Hususi anlamda İslam tarihi O’nunla birlikte başladı. Tıpkı umumi anlamdaki tarihimizde olduğu gibi, hususi anlamdaki tarihimizde de inişler-çıkışlar oldu. Mekke döneminin çileli yılları, demire şekil vermek için ısıtılıp dövülmesi gibi mü’minlerin belli bir ruh kıvamına gelmesi için bir anlamda yaşanması gereken önemli bir tecrübeyi ihtiva ediyordu.
Artık mü’minler insanlığın son ve ekmel kılavuzunun ardınca kıyamete kadar devam edecek bir hayatı inşa edecekti. Hicret, mü’minin, hayatı kendi gerçekliğinde inşasının adıydı.
Kuruluş sürecini anlatan ilk yüzyıllar geride kaldığında, artık yaşanmaya/yaşatılmaya değer, anlamlı ne varsa bünyeye alınıp içselleştirmenin gerektirdiği dirayet Ümmet’in karakteristik vasfı olarak tebarüz edecekti. Birtakım zayıf algıların, paçalarından tutup kendisini ilk yüzyılların “temel atma” dönemi diyebileceğimiz sürecine geri götürmeye çırpınsa da, aradaki bin küsür yıl, temel koordinatlarını tesbit ve istikametini tayin etmiş bir ümmetin eşsiz dirayetinin tescili anlamına gelecekti.
Bugünün dünyasında da eğer kendi dinamiklerimiz üzerinde var olacaksak, aradaki bin küsür yılı “atlayarak” değil, “özümseyerek” yapacağız bunu. İslam’ın ilk yüzyılları dünyada mevcut medeniyetlerle “yüzleşmenin” değil, “karşılaşmanın” vetiresidir. Ümmet, “yüzleşme”yi, aradaki o bin küsür yıl içinde gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla bugün de “yüzleşme” irademiz varsa, bu irade kuvveden fiile ancak o eşsiz tecrübenin rehberliğinde yapacaktır.
Bugün geldiğimiz noktada, modern dünyada varoluş sancıları yaşıyoruz Ümmet olarak. Gelişmelere kuşbakışı baktığımızda görünen budur. Bu süreçten alnımızın akıyla ve kendimizden bekleneni verebilir durumda çıkmak istiyorsak –ki başka seçeneğimiz elbette yok–, yapmamız gereken, hicretin ruhlara kazıdığı varoluş direncini, tarihsel tecrübemizin ışığında bugüne taşımaktır. O eşsiz tecrübeye, yabancılaşmadan başka bir anlamı olmayan “geleneği sorgulama” tavrıyla yaklaşırsak kaybeden biz oluruz…
15 Kasım 2012 – Milli Gazete