Hem Suçlu Hem Güçlü

Ebubekir Sifil2012, Arap Baharı, Gazete Yazıları, Konularına Göre, Nisan 2012, Şahışlar, Şia, Suriye, Ümmet

Beşşar Esed’in çevresindeki çember daraldıkça İranlı ve Suriyeli yetkililerden dozu gittikçe artan açıklamalar geliyor. Suriye’nin BM’deki daimi temsilcisi Caferi, Türkiye’nin Suriyeli muhaliflerin toplantısına ev sahipliği yapmasının “savaş ilanı” anlamına geldiğini söylemiş. İlk kez bir resmî yetkili tarafından “savaş” kelimesinin telaffuz ediliyor olması önemli…

Basına yansıdığına göre İranlı yetkililer de Türkiye’nin emperyalizme maşalık yaptığı ve İsrail’in ekmeğine yağ sürdüğü anlamına gelen açıklamalarda bulunmuş. Türkiye-İran ilişkilerinde herhalde ilk kez ipler bu kadar geriliyor.

Birkaç noktayı netleştirelim


  1. İran ve Suriye’nin “anti emperyalist” söylemi kesinlikle inandırıcı değildir. Zira dünyanın iki jandarmasından birisine yaslanmanın “masum”, diğerine yaslanmanın “emperyalizm yandaşlığı” olarak görülmesi ve gösterilmesi sadece “oportünistlik”le izah edilebilir. Rusya’nın emperyal politikalarda ABD ve Batı’dan geri kalmadığı açıktır. ABD’nin ve Batı’nın elinde Müslüman kanı vardır da Rusya ve Çin çok mu masumdur? Çeçenistan’da ve Doğu Türkistan’da akan kan “Sünni kanı” olduğu için mi İran ve Suriye nezdinde önemsizdir?
  2. Gelinen noktanın İsrail’e yaradığı şeklindeki açıklamalar da dezenformasyon ve saptırmadan ibarettir. Bu söylem, İsrail karşıtlığının, Beşşar Esed’e masum onbinlerin kanını akıtma hakkı verdiği gibi bir mantık üzerine kurgulanıyor olması bakımından son derece calib-i dikkattir! İsrail Gazze’de kıyım yaparken İran ve Suriye’den hiçbir ses çıkmaması nasıl izah edilecek? Tabii ki akan kanın kime ait olduğu sorusu burada öne çıkıyor. İsrail Hamas’a değil de Hizbullah’a saldırsaydı İran bu kadar hareketsiz, duyarsız ve ilgisiz kalabilir miydi? Yazık ki İran’ın, İslam Dünyası’nda Hamas’a ve Filistin mücadelesine sahip çıkan tek ülke imajı oluşturmasının önüne geçilememiştir. Yazık ki İslam coğrafyasında Ümmet’in meselelerine gerçek anlamda sahip çıkacak bir irade oluşturulamamıştır. İran’ın bu durumdan istifade etmesi elbette tabiidir. Ancak bu durum, İran’ın İsrail diye “özel” bir derdinin olmadığı, İsrail karşıtlığının İran için İslam Dünyası’nda prestij sağlayıcı bir “manivela” olmaktan öte bir anlam ifade etmediği gerçeğinin görmezden gelinmesine mazeret olmamalıdır.
  3. Türkiye İslam Dünyası’nda hızlı bir şekilde yükselen ve yine hızlı bir şekilde yerle bir olan imajını yeniden ve “inandırıcı biçimde” tesis etmek, İslam coğrafyasıyla ilişkilerini “olması gereken” kıvam ve seviyeye getirmek için samimi adımlar atmalıdır.
  4. İslam Dünyası’nın gerçek ihtiyacı Batı tarzı, Batı’nın beklenti ve talepleriyle örtüşen yapılanmalar değil, kendi yerel ve bölgesel gerçeklerini dikkate alan, o zeminde tasarlanmış yapılanmalardır. Dünyanın bir kutbundan öbürüne savrulma zilletinden kurtulup, yeni bir kutup teşkil etmenin başka bir yolu yoktur. Keşke “Arap Baharı” denen bu süreçte İİT aktif, belirleyici ve sonuç alıcı bir rol oynayabilseydi.

Aslında bu süreçten çıkarılması gereken en büyük ders budur. İslam Ümmeti için kendi kaderine sahip çıkmaktan, kendi ayakları üstünde durmaktan ve kendi problemlerini dış müdahalelere fırsat vermeden kendi gücüyle çözmesini sağlayacak mekanizmalar oluşturmaktan başka bir çıkar yol yoktur. Akıl da bunu gerektirir, Müslüman olma bilinci ve sorumluluğu da…

Milli Gazete – 5 Nisan 2012