Bir konudaki bütün hadislerle amel edebilmek için o hadislerin sadece sıhhatinin sübut bulmuş olması yeterli değildir. Aynı zamanda mensuh olmadığının bilinmesi, tevil ile ortadan kaldırılamayan muarazadan salim bulunması ve özellikle Sahabe tarafından kendisiyle amelden sarf-ı nazar edilmemiş olması gibi hususiyetler de hadis ile amel için Hanefîler tarafından aranan şartlardır. Bu şartların hangi gerekçelerle konduğu, Usul kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı için burada bu noktaya girmeyi gereksiz görüyorum.
Öte yandan, diğer mezheplerin –ve hatta Hadisçiler’in– delillerin tearuzu durumunda izlenecek yöntemi belirlerken –hiyerarşide Hanefîler’le farklı bir tavır sergileseler de– neticede muarazayı ortadan kıldırmak için nesh ilişkisini devrede tuttuklarını unutmamak gerekir.
“Mezheb”in, son tahlilde bir “anlama yöntemi” olduğu şeklindeki tesbite, deliller arasında –her konuda olmasa bile “pek çok” konuda– tearuz bulunduğu vakıasını da ekleyerek olaya baktığımızda ortaya şu gerçek çıkmaktadır: Mezhep, cüz’iyyatın delillerine belli bir metodoloji istikametinde yaklaşmaktadır. Bu demektir ki, ilk bakışta “mezhep delilleri değil, deliller mezhebi belirler” gibi görünse de, doğru olan burada şöyle bir tafsile gitmektir: Eğer mezheplerin metodolojileri delillerin değerlendirilmesi noktasında küllî-Şer’î kaidelere dayanılarak belirleniyorsa –ki öyle olmak zorundadır ve öyledir–, o zaman fer’î meselelerin delilleri (cüz’iyyat) bu kaidelere dayanılarak değerlendiriliyor demektir. Bir başka deyişle burada küllî olanın (aslî delilin) cüz’î olanı (fer’î delili) değerlendirmesi söz konusudur.
Öyleyse yukarıda tırnak içinde verdiğim cümleyi şöyle değiştirmek yanlış olmamalıdır: “Küllî kaideler cüz’î delilleri değerlendirmenin kıstasıdır.” Bir diğer ifadeyle, delilin delili değerlendirmesidir burada bahse konu olan. Aksi halde mezhebin “heva”ya dayandığını ve delilin “heva” ile reddedildiğini söylemek gerekir ki, böyle bir şey aklı başında olan hiç kimseden sadır olamaz.
Herhangi bir mezhep imamının, herhangi bir konudaki ayet veya hadisin mensuh olduğunu söylemesi –ki “nesh”in birkaç “marjinal” kişi dışında caiz ve vaki olduğu bütün ümmetin ulemasının kavlidir–, ne anlama gelir? Bahse konu ayet veya hadisin mensuh olduğu iddiası ya “heva”ya veya delile dayanır; üçüncü bir şık yoktur.
Hevaya dayanılarak böyle bir hüküm verilemeyeceğine göre burada bir delilin başka bir delil tarafından değerlendirildiğini söylemenin neresi yanlıştır?
Herhangi bir delilin (ayet ya da hadisin) mensuh olduğunu söyleyebilmek için onu nesh eden bir delil bulunması ve bu delilin de kuvvet ve delalet bakımından en az onun seviyesinde olması gerekir. Dolayısıyla Ebu’l-Hasan el-Kerhî’nin sözünün ilk kısmını şöyle anlamak gerekir: “Ashabımız’ın hükme esas aldığı ayet veya hadis ile muaraza halinde olan ayet ve hadis mensuhtur.”
Zira iki delil arasında ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir muaraza varsa ve bu delillerin nüzul/vürud tarihleri de biliniyorsa, sonra gelenin öncekini neshettiğini söylemek aslında hemen bütün Müçtehid İmamlar’da görülen bir tavırdır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, el-Kerhî’nin kullandığı ifadenin açılımıdır: “Ashabımız’ın sözüne aykırı olan her ayet ya nesh edilmiş veya tercihe daha şayan başka bir delil sebebiyle terk edilmiş olmaya hamledilir. Muarız delilleri birbiriyle uzlaştırmak bakımından evla olan, böyle ayetleri tevil etmektir.”
Aklı ermeyenlerin istismara kalkıştığı nokta, buradaki “Ashabımız’ın sözü” ifadesidir. Oysa bu ifade, “Ashabımız’ın, mensuh sayılan delili nesh edecek güç ve sarahatteki delilin gerektirdiği görüşü” demektir. Yoksa tali derecedeki herhangi bir delili esas alıp, (delaleti sarih) ayet veya (sahih/ma’mulun bih) hadisin –sırf bu delile aykırılık teşkil etmesi sebebiyle–mensuh olduğunu söylemek, insan aklını veya istihsan vb. gibi tali derecedeki bir delili ayet ve hadisten üstün görmek demek olur ki, bizzat Hanefî mezhebine mensup alimler dahi böyle bir tutumun kişinin akidevî durumu için son derece tehlikeli bir netice hasıl edeceğini söylemiştir.
Öte yandan burada el-Kerhî’nin, Muarız delilleri birbiriyle uzlaştırmak bakımından evla olan, böyle ayetleri tevil etmektir” şeklindeki tesbitini görmezden gelmek mümkün değildir. Bu ifade, Hanefî imamların esas aldığı delil ile çatışma halinde olan delili tevil etmenin evla olduğunu anlatmakla, aslında Müçtehid İmamların her biri tarafından fiilen uygulanmış olan bir yöntemin altını çizmektedir.
Zira Müçtehid İmamlar arasında, tercih ettiği delil ile muaraza halinde olan delili makul bir şekilde tevil etmeyen ya da makul gerekçelerle mensuh olduğunu söylemeyen yoktur. Müçtehid İmamlar arasında “Hz. Peygamber (s.a.v)’den, benim görüşüme aykırı olarak gelen sahih bir hadis bulursanız bilin ki benim mezhebim o hadistir/benim görüşümü bırakın o hadisi alın” şeklinde sarih bir ifade kullanan tek kişi –bildiğimiz kadarıyla– sadece İmam eş-Şâfi’î’dir. Böyle olmakla birlikte o dahi pek çok sahih hadise –şu veya bu gerekçeyle– muhalefet etmiştir. Bir sonraki yazıda bu hususla ilgili birkaç örnek zikrederek devam edelim.
İmam eş-Şâfi’î şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.v)’den gelen (sahih) hadislerin gereği neyse, benim görüşüm odur; isterse o hadisleri benden işitmemiş olun.”
Yine şöyle demiştir: “Hakkında görüş beyan ettiğim her meselede, Hz. Peygamber (s.a.v)’den, Hadisçiler nazarında benim görüşümün tersini bildiren bir haber sabit olmuşsa bilin ki ben hayatımda ve ölümümden sonra o görüşümden döndüm.”
İmam eş-Şâfi’î’den bu minvalde pek çok söz nakledilmiştir. İbn Ebî Hâtim, el-Beyhakî ve onun biyografisini yazan başka pek çok alimin eserlerinde bu ve benzeri nakiller mavcuttur.
Bu sarih ifadeler, ilk bakışta İmam eş-Şâfi’î’nin hiçbir sahih hadisi reddetmediğini ve “sahih hadisler ne diyorsa benim mezhebim odur” tavrında olduğunu anlatıyor gibi görünse de, pratik böyle değildir. Zira onun, pek çok sahih hadisi, mensuh olduğu, tercihe şayan olmadığı… gibi birçak sebeple amele konu etmediği bilinmektedir.
Mesela “Oruçluyken kan aldıran da, alan da iftar etmiştir” hadisi böyledir. 19 sahabîden gelen ve aralarında Ebû Dâvûd, et-Tirmizî, en-Nesâî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel, et-Tahâvî’nin de bulunduğu pek çok Hadis imamının naklettiği bu hadis İmam eş-Şâfi’î’ye göre mensuhtur. [1]Bkz İhtilâfu’l-Hadîs, 143-4.
Keza, attan düşüp kalçasını incittiği için ayakta namaz kıldıramayan Hz. Peygamber (s.a.v)’in, “İmam kendisine uyulmak içindir. Binaenaleyh o ayakta namaz kılarsa siz de ayakta kılın; oturarak kılarsa siz de oturarak kılın” buyurduğunu aktardıktan sonra, Efendimiz (s.a.v)’in, vefat hastalığında oturarak namaz kıldırdığını, cemaatin ise ayakta kıldığını naklederek, bu uygulamanın diğerini nesh ettiğini söylemiştir.[2] a.g.e., 66-8.
Bu konudaki diğer pek çok örnek için onun adını verdiğim eserine bakılabilir…
Bütün bu örneklerde İmam eş-Şâfi’î’nin, esas aldığı hadise muhalif hadisin mensuh olduğunu söylemesiyle, el-Kerhî’nin, “İmamlarımızın görüşüne aykırı hadisler mensuhtur” demesi arasında ne fark vardır?
Keza kendisi de Şafiî mezhebine mensup olan es-Suyûtî, istidlal metotlarını bilmediği için her sahih hadis ile amel edileceğini zanneden kimselerden yakınır ve muhtelif mezhep mensuplarının ve bu arada Şafiîler’in amel etmedikleri sahih hadisler bulunduğunu söyler. Bunlar arasında el-Buhârî ve Müslim’in her ikisi veya biri tarafından rivayet edilen, Hz. Peygamber (s.a.v)’in namazda kıraate başlarken besmele okumadığını, (yukarıda zikrettiğim) imam ayakta kılıyorsa cemaatin de ayakta, imam oturarak kılıyorsa cemaatin de oturarak namaz kılmasını söylediğini, imam “Semi’allâhu limen hamideh” dediğinde “Rabbenâ leke’l-hamd” deneceğini, teyemmümün, elleri toprağa bir kere vuruşla yapılacağını… bildiren hadisler mavcuttur.[3]Bkz el-Hâvî, II, 397.
Ebu’l-Velîd Musa b. Ebi’l-Cârûd ve Ebu’l-Velîd Hassân b. Muhammed en-Nîsâbûrî (her ikisi de İmam eş-Şâfi’î’nin ashabındandır), “Şâfi’î, “Hadis sahih ise benim mezhebim odur” dediğine ve “Oruçluyken kan aldıran da, alan da iftar etmiştir” hadisi de sahih olduğuna göre biz, onun mezhebi olarak bu hadisi esas alırız” demişlerdir.[4]Bak. es-Sübkî, Ma’nâ Kavli’l-İmâm el-Muttalibî…, 15, 100, 106
İmam eş-Şâfi’î, 24/en-Nûr, 3 ayetinin, aynı surenin 32. ayeti ile [5]Bkz el-Beyhakî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 193-4; 2/el-Bakara, 240 ayetinin, 4/en-Nisa, 11 ayetiyle [6]a.g.e., 269; 4/en-Nisa, 15-16 ayetlerinin, 24/en-Nûr, 2 ayetiyle [7]a.g.e., 322-3… neshedildiğini söylerken [8]daha fazla örnek için el;Ümm’e bakılmalıdır;
Ve İmam Mâlik, 2/el-Bakara, 115 ayetinin, aynı surenin 144. ayetiyle [9]Bkz. Humeyd Lahmur (?), el-İmâm Mâlik Müfessiren, 46; 2/el-Bakara, 115 ayetinin, 4/en-Nisa, 11 ayetiyle [10]a.g.e., a.y.; 3/Al-i İmran, 102 ayetinin, 64/et-Teğâbün, 16 ayetiyle [11]a.g.e., 47; 5/el-Mâide, 106 ayetinin, 65/et-Talâk, 2 ayetiyle [12]a.g.e., a.y.… neshedildiğini söylerken (daha fazla örnek için adı geçen esere bakılmalıdır) aslında el-Kerhî’nin malum sözünde ifadesini bulan davranış içindedirler.
Bir önceki yazıda İmam eş-Şâfi’î’nin amel etmediği sahih hadislere örnekler zikretmiştim. Burada onun, talebesi er-Rebî’e hitaben söylediği şu sözün de altını çizmemiz gerekiyor: “Seni inşaallah hata yapmaktan koruyacak bilgiyi sana verdim. Hz. Peygamber (s.a.v)’in hiçbir hadisini asla bırakma. Ancak eğer Hz. Peygamber (s.a.v)’den, Hadisçiler nazarında sahih olan bir haberle benim söylediğime aykırı bir sünnet sana ulaşırsa, hadislerin ihtilaf ettiği durumlarda benim sana söylediğimle amel et.” [13]Takiyyüddîn es-Sübkî, Ma’nâ Kavli’l-İmâm el-Muttalibî…, 121
el-Kevserî merhumun belirttiğine göre İmam Mâlik, el-Muvatta’da bizzat kendisinin (hem de “esahhu’l-esânîd”, yani senedlerin en sahihi) ile rivayet ettiği 70 kadar hadis ile amel etmemiştir. [14]Bkz. Te’nîbu’l-Hatîb, 139.
Dolayısıyla el-Kerhî’nin bütün suçu (!), İmam Mâlik bu hadislerle ameli terk ederken ve İmam eş-Şâfi’î –en-Nevevî’nin belirttiği gibi (bkz. el-Mecmû, I, 63-4)– birçok hadisin zahiri ile amelden sarf-ı nazar ederken neye dayanıyorsa onu ifade etmekten ibarettir.
Konu hakkında yazan pek çok alimin de belirttiği gibi hiçbir imam, delile dayanmaksızın herhangi bir ayet ya da hadise muhalefet etmiş değildir. Onları böyle bir şey yapmış olmaktan tenzih ederiz. (Bu husus için İbn Teymiyye’nin Ref’u’l-Melâm’ına bakılabilir.) Eğer hadis kendilerine ulaşmadığı için aksine bir hüküm vermiş iseler –ki bu gerçekten nadir görülen bir durumdur–, kendilerinden sonra gelen muhakkik ulema tarafından gerekli istidrak faaliyeti yapılmış ve imamın esas aldığı ilkeler doğrultusunda sıhhati sabit olan hadisler amele konu edilmiştir.
Dolayısıyla burada el-Kerhî’nin, mezhebin takarrur ettiği ve Usul’ün büyük ölçüde oturup Hadis tedvin ve tasnif işinin çoktan tamamlandığı h. IV. asırda yaşamış birisi olarak söylediği mezkûr sözü, bu durumu dikkate alarak anlamak zorundayız. Mezhebin rivayet yönü, başta İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed olmak üzere mezhep imamından sonra gelen ulema tarafından tam anlamıyla ikmal edilmişken böyle bir sözü başka türlü nasıl anlayabiliriz?
Son olarak İmam el-Kerhî’nin söylediklerinin, nasslara uygulanışı neticesinde ortaya nasıl bir manzara çıktığını, Necmuddîn Ebû Hafs en-Nesefî’nin zikrettiği “mesail” ve “nezair”i esas alarak görelim.
1. Hanefîler’in görüşüne aykırı ayetin tevili
“Nerede olursanız olun, yüzünüzü o yana çevirin” [15]2/el-Bakara, 150 ayeti, namazın Mescid-i Haram’a yönelerek kılınmasınıı emretmektedir. Ancak bu ayetteki emrin, “yönünü bildiğiniz zaman kıbleye” veya “şüphe durumunda araştırma sonucu zann-ı galiple karar verdiğiniz istikamete yönelin” anlamında olduğunu söylememiz gerekir. Zira kıble istikameti bilinmediği zaman kişi, hangi tarafa yönelmesi gerektiğini araştıracak ve neticede bir yerde karar kılacaktır. O yön haddizatında yanlış olsa bile kılınan namaz sahihtir.
2. Hanefîler’in görüşüne aykırı ayetin mensuh olması
8/el-Enfâl, 41 ayetinde, ganimet malının beşte birlik bölümünden kendilerine pay ayrılması gerekenler arasında “zevi’l-kurbâ” (Hz. Peygamber (s.a.v)’in yakınları) da zikredildiği halde, Sahabe’nin icmaıyla ayetin bu kısmı mensuhtur.
en-Nesefî’nin buradaki “Sahabe’nin icmaı”ndan kastı Dört Halife’nin uygulamasıdır. [16]Bkz. el-Cassâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, IV, 243, 6
3. Ayetler arasında tercih
“Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler” (2/el-Bakara, 234) ayeti, eşi ölen kadının –hamile olsun olmasın–, belirtilen süreyi beklemekle yükümlü olduğunu göstermektedir. Çünkü ayetin ifadesi umumîdir. “Hamile olanların bekleme süresi yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları) dır” (65/et-Talâk, 4) ayeti ise, hamile kadının bekleme (iddet) süresinin, doğumla birlikte biteceğini bildirmektedir. Dolayısıyla –ister kocalarından boşanmış olsunlar, isterse kocaları ölmüş olsun– böyle kadınların, –dört ay on günden önce doğum yapmaları halinde– bu sürenin bitmesini beklemeleri söz konusu değildir. 65/et-Talâk, 4 ayetinin diğerinden sonra nazil olduğu, hemen bütün muteber Hadis kitaplarında mevcut rivayetlerle sabittir.
Hanefîler, 2/el-Bakara,234 ayetinin kocası ölmüş bütün kadınları ihtiva eden umumî hükmünün hamile kadınların durumuna ilişkin yönünün, 65/et-Talâk, 4 ayeti ile (“beyan-ı tebdil” suretiyle) neshedildiğini söyleyerek onu, hamile kadınların durumu noktasında diğerine tercih etmişlerdir.
4. Hanefîler’in görüşüne aykırı hadislerin mensuh olması
Hz. Peygamber (s.a.v)’in, sabah namazının farzından sonra namaz kılan birisine hangi namazı kıldığını, onun da, farzdan önce kılamadığı sabah namazının sünnetini kıldığını söylemesi üzerine Efendimiz (s.a.v)’in sükût ettiğini anlatan rivayet, sabah namazının sünnetini kılamamış olan kimsenin, farzdan sonra kılabileceğini göstermektedir. [17]Hadisi Ebû Dâvûd, et-Tirmizî, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları rivayet etmiştir.
Ancak Sabah namazının farzı kılındıktan sonra namaz kılınabileceğini gösteren söz konusu rivayet, “Sabah namazın(ın farzın)dan sonra güneş doğana kadar namaz yoktur” (el-Buhârî, “Mevâkitu’s-Salât”, 31), “Kim sabah namazının iki rekâtlık sünnetini (vaktinde) kılamazsa, güneş doğduktan sonra kılsın” (et-Tirmizî, “Salât”, 196) gibi hadisler tarafından neshedilmiştir.
5. Giderilemeyen muaraza sebebiyle sakıt olan rivayetler
Ahmed b.Hanbel, Abdürrezzâk, el-Hâkim, ed-Dârekutnî, Ebû Nu’aym ve el-Beyhakî’nin rivayet ettiğine göre Enes b. Mâlik (r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)’in ömrünün sonuna kadar sabah namazında kunut yaptığını söylemiş. (Bkz. Neylu’l-Evtâr, II, 386), ancak İbn Huzeyme’nin rivayetine göre yine Hz. Enes (r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)’in sadece birilerine dua veya beddua ettiği zamanlar kunut yaptığını söylemiştir. Keza Müslim, Ebû Dâvûd, en-Nesâî, İbn Mâve ve Ahmed b. Hanbel’in naklettiğine göre Enes (r.a),Hz. Peygamber (s.a.v)’in bir ay kunut yapıp sonra terk ettiğini söylemiştir.
Aynı durum, aynı konuda Ebû Hureyre (r.a)’den gelen nakiller için de söz konusudur.
Mezkûr iki sahabînin bu konudaki rivayetleri birbiriyle –giderilemeyecek– bir muaraza oluşturduğu için her ikisinin rivayetleri de sakıt olur ve bu konuda başka rivayetlere bakılır. İbn Mes’ûd (r.a) ve daha başkalarından gelen rivayetler ise Hz. Peygamber (s.a.v)’in belli bir süre kunuta devam ettiğini, sonra terkettiğini haber vermektedir.[18]Bkz. Neylu’l-Evtâr, II, 385. Dolayısıyla bu konuda bu rivayetler esas alınır.
6. Mezhebin kavline aykırı hadisin tevil edilmesi
el-Buhârî ve Müslim’in naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v)’in, rükûdan başını kaldırdığı zaman “Semi’allâhu limen hamideh, Rabbenâ (ve) leke’l-hamd” derdi. Ancak yine bu iki Hadis imamı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, “İmam ancak kendisine uyulmak içindir. (…) O “Semi’allâhu limen hamideh” dediği zaman siz “Rabbenâ leke’l-hamd” deyin” buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Bu hadislerden ilki, imam ve tek başına namaz kılan kimsenin rükûdan doğrulduğunda söyleyeceği cümleyi anlattığı tarzında tevil edilmiştir.
Burada olabildiğinde kısa tutarak arz etmeye çalıştığım bu örnekler şunu açık bir şekilde göstermektedir: İmam el-Kerhî’nin, “Hanefî mezhebinin imamlarının görüşlerine aykırı olan ayet ve hadisler mensuh, müevvel… dir”şeklindeki sözüne “mal bulmuş mağribi gibi” çullananlar, söz konusu ayet ve hadislerin “mensuh”, “mevvel”… olduğunu gösteren delil(ler) bulunduğunu, dolayısıyla bu hükmün mutlaka delil(ler)e dayanılarak verildiğini ya bilmiyorlar, ya da bilmezden geliyorlar. Ahir zaman alameti olarak şöhrete cehaletle ulaşıldığı günümüzde, “me’sûr dua” ifadesinin bile ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar sapın da samanın da cahili olan bedbahtın, “Kerhî nisbesinin sonu noktasız “he” ile bitseydi “pis kokan” anlamını verirdim” diyerek küçümsemeye çalıştığı kişinin çömezi olacak kapasitesi var mıdır acaba!.. “Sübhâne kâsımi’l-ukûl…”
Ocak 2002 – Milli Gazete.
Kaynakça/Dipnot
↑1 | Bkz İhtilâfu’l-Hadîs, 143-4. |
---|---|
↑2 | a.g.e., 66-8. |
↑3 | Bkz el-Hâvî, II, 397. |
↑4 | Bak. es-Sübkî, Ma’nâ Kavli’l-İmâm el-Muttalibî…, 15, 100, 106 |
↑5 | Bkz el-Beyhakî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 193-4 |
↑6 | a.g.e., 269 |
↑7 | a.g.e., 322-3 |
↑8 | daha fazla örnek için el;Ümm’e bakılmalıdır |
↑9 | Bkz. Humeyd Lahmur (?), el-İmâm Mâlik Müfessiren, 46 |
↑10, ↑12 | a.g.e., a.y. |
↑11 | a.g.e., 47 |
↑13 | Takiyyüddîn es-Sübkî, Ma’nâ Kavli’l-İmâm el-Muttalibî…, 121 |
↑14 | Bkz. Te’nîbu’l-Hatîb, 139. |
↑15 | 2/el-Bakara, 150 |
↑16 | Bkz. el-Cassâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, IV, 243, 6 |
↑17 | Hadisi Ebû Dâvûd, et-Tirmizî, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları rivayet etmiştir. |
↑18 | Bkz. Neylu’l-Evtâr, II, 385. |