Zaman Anlayışımız ve Ramazan

Ebubekir Sifil2009 Yılı, Dergi Yazıları, Dergilere Göre, Semerkand Dergisi, Yıllara Göre

Ramazan kendi başına mübarek ve değerli bir aydır, oruç da kendi başına önemli bir ibadettir. Bu iki müstesna kudsiyet bir araya geldiğinde ortaya çıkan “Ramazan orucu” olgusu, müminler için hem emsalsiz bir lütuf, hem de emsalsiz bir fırsat olarak anlam kazanmaktadır.

Her milletin ve kültürün kendine göre değerli ve anlamlı zaman dilimleri vardır. Bağımsızlığına kavuşmak, tarihî bir zafer kazanmak yahut bir felaketten kurtulmak gibi o milletin tarihinde dönüm noktası niteliğindeki olayların cereyan ettiği günleri sembolize ettiği için anlamlıdır, önemlidir onlar.

Ancak her milletin kendisi için son derece önemli olsa da, bu zaman dilimleri başka milletler ve kültürler için ayrıcalıklı bir anlam ifade etmeyebilir. Din’in “mübarek” dediği zaman dilimleri ise böyle değildir. Onların milletler ve kültürler üstü bir anlamı ve kuşatıcılığı vardır. İdrakiyle müşerref olduğumuz Ramazan ayı da Yüce Dinimizin “mübarek” olduğunu bildirdiği bu müstesna zaman dilimlerindendir.

Ramazan’ın öneminin, farz kılınan oruç ibadetinin bu ayda yerine getirilmesinden kaynaklandığı yaygın olarak düşünülse de, aslında mesele pek öyle değildir. Doğrusu şu ki, Ramazan kendi başına mübarek ve değerli bir aydır, oruç da kendi başına önemli bir ibadettir. Bu iki müstesna kudsiyet bir araya geldiğinde ortaya çıkan “Ramazan orucu” olgusu, müminler için hem emsalsiz bir lütuf, hem de emsalsiz bir fırsat olarak anlam kazanmaktadır.

Esasen müslümanlar olarak bizim zaman ve mekân anlayışımız, temelde diğer inanç kesimlerinden farklı olan “varlık” anlayışımızın bir uzantısıdır. Biz zamana ve mekâna başkalarının yüklediğinden çok farklı anlamlar yükleriz. Zira biliriz ki zamanı da mekânı da var eden Yüce Allah onlara nasıl bir anlam yüklemiş ise, aslolan odur. O, birtakım zaman dilimlerini ve mekânları diğerlerinden ayırarak farklı bir renge boyamış, ayrı bir muhteva ile donatmışsa, o, varoluştan öyle demektir ve bu gerçek herkes için ortak bir bağlayıcılık ifade eder. Esasen varlığa, zamana ve mekâna O’ndan başkasının anlam yüklemesi söz konusu değildir.

Zamana anlam vermek


Evet Ramazan “mübarek” bir aydır. Bu doğru; ancak bir doğru daha var: Ramazan, Efendimiz s.a.v.’in haber vermesiyle mübarek olmuş değildir. O, zamanın var edildiği demden bu yana mübarektir. Efendimiz s.a.v. ise sadece bu gerçeği bize ve tüm insanlığa hatırlatmıştır.

Aynı durum Kadir gecesi için de söz konusudur. Bu gece, İslâm gelene kadar sıradan bir gece iken İslâm’la birlikte kudsiyet kazanmış değildir. O, başından beri “bin aydan hayırlı” bir gecedir. Kur’an sadece bu ezelî ve ebedî hakikati bir kere daha haber vermiş olmaktadır.

Buradan elde ettiğimiz netice şudur: Zamanın Sahibi, zamanın bazı dilimlerine özel bir mazhariyet nasip etmiştir. Bu mazhariyetin bize bakan yüzünde bir takım önemli hadiselerin o zaman dilimlerinde vuku bulmuş olduğu gerçeği yer almaktadır. Yani bizler o zaman dilimlerini, o müstesna olayların zarfı oldukları hakikatine bakarak idrak etmeye çalışırız. Hakikatte bu zaman dilimlerinin ayrıcalıklı kılınmasındaki sır ve hikmeti Allah Tealâ bildirmedikçe bilmemiz mümkün değildir.

Bilsek de bilmesek de, ayrı bir hususiyeti haiz bulunduğu düşüncesiyle bu zaman dilimlerini ihya etmek, fıtrata ve eşyanın tabiatına uygun davranıştır. Ümmet-i Muhammed bu gerçeği idrak eden tek ümmet olarak hikmet yolunun biricik yolcusudur.

Ramazan, “mübarek ay”


Hiç şüphe yok ki Ramazan, her şeyden önce Kur’an ayı olması hasebiyle farklı bir üstünlüğe sahiptir. Ama şu da bir gerçek ki, Kur’an’ın indirilişinden önce de Ramazan faziletli bir zaman dilimiydi. Kur’an’dan önceki kitapların, Tevrat, Zebur ve İncil’in, hatta Hz. İbrahim a.s.’a verilen sahifelerin Ramazan ayında inzal buyurulduğunu haber veren rivayetler bu gerçeği açık bir şekilde önümüze koymaktadır. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/107; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 15/527-528; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 22/75)

Bütün bu müstesna olayların Ramazan ayında vuku bulmuş olması şüphesiz ilahî takdirin bir gereğidir. Tıpkı Aşure günü gibi. Ramazan orucu farz kılınmadan önce Aşure günü orucu farz idi. Efendimiz s.a.v. Medine’ye hicretinden önce de, sonra da o gün oruç tutmaya devam etmişti. Hicretten sonra Medine’ye geldiğinde yahudilerin de bu günü oruçlu geçirdiklerini gördü. Onlara Aşure günü oruç tutmalarının sebebini sorduğunda, İsrailoğulları’nın Hz. Musa a.s.’ın önderliğinde Kızıldeniz’i geçip Firavun’un zulmünden kurtuluşunun bugüne tesadüf ettiğini, Hz. Musa a.s.’ın bu olaydan sonra bu günü oruçla ihya ettiğini söylediler. Efendimiz s.a.v. de “Biz Musa’ya şüphesiz sizden daha yakınız.” buyurarak ashabına da Muharrem ayının onuncu günü olan Aşure günü orucunu tutmalarını emir buyurdu. (Buharî, Müslim)

Bir başka rivayette Yahudiler Hz. Nuh a.s. ile kendisine inananların bindiği sefine-i necat (kurtuluş gemisi), Cudi dağına oturduğu günün de Aşure günü olduğunu ve Hz. Nuh a.s.’ın bir şükür nişanesi olarak bu günü oruçla geçirme konusunda hassas davrandığını söylemişlerdir. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/360). Onların verdiği bu haber doğru olsun veya olmasın, burada önemli olan, Efendimiz s.a.v.’in Aşure günü hakkında söyledikleridir. Nitekim Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “(Benden önceki) Peygamberler Aşure günü oruç tutmuşlardır. Siz de o gün oruç tutun.” (Bakî b. Mahled’in Müsned’inden naklen İbn Receb, Letâifu’l-Ma’ârif, 53)

(Burada hemen belirtelim ki, Ramazan orucu farz kılındıktan sonra Aşure günü orucunun farziyeti kalkmıştır. Dileyen müstehap bir ibadet olarak bugünü oruçlu geçirebilir, dileyen oruç tutmaz.)

İşte Ramazan ayının hususiyeti de böyledir. Ramazan’ın “Kur’an ayı” olması hasebiyle bizim için şüphesiz çok ayrı bir ehemmiyeti vardır. Ancak bu ayın kudsiyetinin Kur’an’ın Efendimiz s.a.v.’e nazil olmadan önce de sabit bulunduğunu bilmekte fayda var. Kur’an’ın nüzulüyle birlikte bu kudsiyetin kat kat arttığı ise izahtan varestedir. Nasıl ki bu ümmet “insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” ise (Âl-i İmran, 110), Ramazan da bu ümmete gönderilen Kur’an ile ve bu ümmetin mazhar kılındığı diğer faziletlerle birlikte apayrı bir efdaliyet kazanmıştır. Bunların başında Ramazanın bir “Kur’an ayı” olduğu gerçeği gelmektedir.

Kur’an ayı


Ramazan’a “Kur’an ayı” denmesinin üç sebebi vardır.

Birinci sebep şudur: Bilindiği gibi bi’set öncesi (kendisine peygamberlik görevi verilmeden önce) Efendimiz s.a.v., her Ramazan ayında Hira dağına gider, buradaki bir mağarada inzivaya çekilir, tefekküre dalardı. Bu inziva ve tefekkür süreci genellikle bütün bir ay boyunca devam ederdi. Azığı tükendiğinde Mekke’ye gelir, azık tedarik edip tekrar dönerdi.

Hira dağındaki mağarada geçirdiği bu tefekkür sürecinin ardından Mekke’ye dönen Efendimiz s.a.v., önce Kâbe’ye gider, tavaf yapar, sonra evine, Hz. Hatice r.anha validemizin yanına giderdi.

“Oku!” diye başlayan Alâk suresinin ilk ayetleri, yine böyle bir Ramazan ayında Hira dağında tefekkür halindeyken Efendimiz s.a.v.’e nazil olmuştur. (İbn Hişâm, 1/236). Ramazan’ı “Kur’an ayı” yapan ilk hususiyet budur. Yani ilk Kur’an ayetinin Efendimiz s.a.v.’e Ramazan ayında indirilmiş olması dolayısıyla Ramazan “Kur’an ayı”dır.

İkinci hususiyete gelince; rivayetlerin bildirdiğine göre Yüce Kitabımız, Levh-i Mahfuz’dan dünya semasındaki Beyt-i İzzet’e Ramazan ayında toptan indirilmiştir. Buradan da Efendimiz s.a.v.’in gönderilişinden sonra ilahî takdir doğrultusunda Cebrail a.s. tarafından parça parça yeryüzüne indirilmiştir. (el-Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek, 2/223; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 15/527)

Kur’an-ı Kerim’in Beyt-i İzzet’e toptan indirilmek suretiyle dünya semasını teşrif edişi cihetiyle de Ramazan “Kur’an ayı”dır.

Üçüncü sebep ise Cebrail a.s. ile Efendimiz s.a.v.’in, Kur’an’ı her sene Ramazan ayında mukabele etmeleri, yani birbirlerine okumalarıdır. Her sene Ramazan ayında vuku bulan bu mukabelede, o zamana kadar inmiş olan Kur’an ayetlerini önce Cebrail a.s. okur ve Efendimiz s.a.v. dinler, sonra da O okur, Cebrail a.s. dinlerdi. Efendimiz s.a.v.’in vefatından önceki Ramazan ayında bu mukabele, her birinin ikişer kere okuması suretiyle 4 kere vuku bulmuştu. Efendimiz s.a.v. bu olaydan, vefatının yaklaştığı sonucunu çıkarmıştı. (Buharî)

Efendimiz s.a.v. terk-i dünya ettikten sonra Sahabe ve onlardan sonraki kuşaklar asırlar boyunca Ramazan’da Yüce Kur’an’ı hatmetme uygulamasını devam ettirmişlerdir. Yüce Mevlâ’ya sonsuz hamd ü senalar olsun ki bu kutlu gelenek bugün de devam etmektedir. Ramazan gelince camilerde ve evlerde mukabeleler okunması, hatimler indirilmesi geleneğinin kaynağı ve Ramazan’ı “Kur’an ayı” yapan üçüncü hususiyet de budur.

Oruç ayı


Ramazan ayının faziletinin orucun bu ayda farz kılınmış olmasıyla elbette bir ilgisi vardır. Kur’an’ın indirildiği ay olmasının yanı sıra Ramazan, orucun da farz kılındığı ay olması itibariyle apayrı bir hususiyet kazanmış olmaktadır.

Orucun başlı başına faziletli bir ibadet olduğunu anlatan rivayetlerden birisi şöyledir: Sahabe’den Ebu Ümame r.a., Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasulü! Bana bir amel emredin.” dedi. Efendimiz s.a.v., “Oruç tut. Çünkü oruca denk bir ibadet yoktur.” buyurdu. Ebu Ümame r.a., aynı soruyu tekrar tekrar sorduysa da Efendimiz s.a.v.’in cevabı değişmedi. (Nesâî).

Ebu Ümame r.a., Efendimiz s.a.v.’in bu tavsiyesine öylesine titizlikle riayet ediyordu ki, evinin bacasından gündüz duman çıktığı görülmezdi. Çünkü gündüz evinde yemek pişmezdi. Arada bir bacasından duman çıktığını görenler, Ebu Ümame r.a.’in evine misafir geldiğini anlardı. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/249)

Ramazanın üstünlüğü


Ramazan ayı girmeden önce Efendimiz s.a.v. onun yaklaşmakta olduğunu ashabına müjdeler; ashap da, Ramazan-ı şerifi idrak edecek olmanın heyecanını aylar öncesinden yaşamaya başlardı.

Bir rivayette Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Büyük ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. O ay içinde bir gece vardır ki, bin aydan hayırlıdır. O öyle bir aydır ki, Allah, gündüz orucunu farz, gece ibadetini nafile kılmıştır. O ay içinde nafile bir hayır işleyen, diğer aylarda bir farzı yerine getirmiş gibi olur. O ayda bir farzı yerine getiren, diğer aylarda yetmiş farzı eda etmiş gibi sevap alır. O, sabır ayıdır; sabrın karşılığı ise cennettir. O, yardımlaşma ayıdır. O ayda müminin rızkı bereketlendirilir. Ramazanda kim bir oruçluya iftar verirse bu, günahlarının bağışlanmasına, cehennemden azat olmasına sebep olur ve (iftar verdiği) oruçlunun sevabından hiçbir şey eksiltilmeksizin onun sevabı kadar sevap alır.”

Efendimiz s.a.v. sözün burasına geldiğinde orada bulunanlar, “Ey Allah’ın Rasulü! Bir oruçluya iftar verecek bir şeyi hepimiz bulamıyoruz (aramızda çok sayıda fakir var; onlar başkalarına iftar verecek kudrete sahip değil)” dediklerinde Efendimiz s.a.v., “Allah bu sevabı, oruçlu bir kimseyi bir hurma veya bir içim su yahut bir yudum süt ile iftar ettirene de verir.” buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti: “Ramazan ayı öyle bir aydır ki, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennemden kurtuluştur. Bu ayda kölesinin yükünü hafifleteni Allah bağışlar ve cehennemden kurtarır. Ramazan ayında dört şeyi çok yapın. Bunlardan ikisini yapmakla Rabbinizi razı edersiniz; diğer ikisini yapmaktan da uzak kalmamalısınız. Rabbinizi razı edeceğiniz iki haslet şunlardır:

1. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmek.

2. Allah’tan bağışlanma dilemek.

Uzak kalmamanız gereken iki haslete gelince:

1. Allah’tan cenneti istersiniz.

2. Cehennemden O’na sığınırsınız.

Kim bir oruçluya su verirse, Allah ona havzımdan öyle bir şerbet içirir ki, cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” (İbn Huzeyme, es-Sahîh, 3/191)

Gerek bu hadiste, gerekse Ramazan’ın faziletiyle ilgili diğer pek çok rivayette, bu ayda işlenecek güzel amellere kat kat sevap verileceğinin vurgulanmış olması, bu ayın kendine özgü fazilet ve ayrıcalığını anlatmaktadır. Bu sebeple Selef’ten bazıları, yıl içinde 6 ay Ramazan’a kavuşmak için dua eder, Ramazan’ı idrak ve ihya ettikten sonra da senenin kalanında bu ayda işledikleri amellerin kabulü için dua ederlerdi.

Bu meyanda Hz. Ali r.a. efendimizin şu uyarısı kulaklara küpe olacak mahiyettedir: “Amelinizin kabulü için, amel işlemekten daha fazla ihtimam gösterin. Allah Tealâ’nın, “Allah ancak müttakilerden (ameli) kabul eder.” (Mâide, 27) buyurduğunu görmez misiniz?” (İbn Receb, Letâifu’l-Ma’ârif, 234-235)

Ramazan ayının kendi başına fazilete sahip bir ay olduğunu gösteren bir diğer husus da şudur: Eğer Ramazan’ın hususiyeti oruçla doğrudan bağlantılı olsaydı, meşru mazeretleri sebebiyle oruç tutamayanların bu ayın feyiz ve bereketinden mahrum olmaları gerekirdi. Oysa bu durumdaki kimseler dahi Ramazanın evvelindeki rahmetten, ortasındaki mağfiretten ve sonundaki “günahlardan kurtuluş” müjdesinden mahrum bırakılmazlar.

Semerkand Dergisi – Eylül 2009