İslâm ve Kölelik – 1

Ebubekir Sifil2006 Yılı, Dergi Yazıları, Dergilere Göre, Semerkand Dergisi, Yıllara Göre

Müslüman olmayanlar tarafından İslâm’a eleştiri yöneltenler olabilir. Kimilerinin eleştirisi cehaletten kaynaklanır. Kimilerininki ise gayz halidir. Hazmedemeyişten, hınçtan kaynaklanır. Fakat daha ilginç olanı ise müslümanım diyen bazılarının onlara destek vermeleridir. Bu ise, izahında zorlandığımız, bir müslümana asla yakıştıramadığımız bir tavırdır. Bu tavra konu olan hususlardan biri de kölelik meselesidir.

Batı kaynaklı “insan hakları” kavramının evrensel ölçekte hukukun temeline yerleştirildiği günümüzde İslâm’a yöneltilen belli başlı eleştirilerden birini de kölelik meselesi oluşturuyor. Gerçi işbu “insan hakları” kavramına bizatihi Batılılar’ın ne kadar riayet ettiği, özellikle 11 Eylül sonrasında hayli tartışılır hale gelmiş bulunuyor; bu bir vakıa. Ancak başlangıçta Batılılar tarafından dillendirilen, akabinde Batıcılar (Modernist Müslümanlar) tarafından sürdürülen iddiaların, gerçeği ne ölçüde yansıttığını da bilmek durumundayız.

Esas meseleye geçmeden önce “usül” hakkında temel bir tesbit yapmamız gerekiyor. Batılılar tarafından (çok eşlilik, kadının konumu, faiz yasağı, bazı cezaî müeyyideler… vb. konularda) İslâm’a yöneltilen eleştiriler hakkında bazı müslümanların şu iki tavırdan birini takındığı görülüyor:

1. Özür dilemeci (tarihselci) tavır.

2. Görmezden gelici tavır.

Bu tavırlardan ilkini benimseyenlere hakim olan psikolojiyi şöyle ifade edebiliriz:

“Bu tenkitler son derece yerindedir. Dile getirilen hususlar geçmişte işlenmiştir. Ancak bizim İslâm anlayışımız atalarımızınki gibi değil. Geçmişte İslâm yanlış anlaşılmış ve yanlış yaşanmıştır. Belki geçmişin şartları öyle gerektirdiği için bazı hususlarda bugün kabul edilemeyecek bir tutum sergilenmiştir ve o şartlarda bu normal olabilir. Ancak katılmadığımız yorumlara dayalı bu uygulama ve anlayışlar günümüzde asla benimsenemez, onaylanamaz ve savunulamaz. Biz, atalarımızın geçmişte işlediği bu hatalardan uzağız ve onlar adına dünyadan (Batılılar’dan) özür dileriz.”

İkinci grupta yer alanlar ise zikredilen hususlara, gündeme getirilmesi doğru olmayan birer “ar vesilesi” olarak bakıyor. Bunlara göre:

“Evet, geçmişte bu gibi hükümler benimsenmiş ve icra edilmiştir; İslâm’ın emri ve hükmü de budur. Ancak bunları bugün savunabilecek durumda değiliz. Zira dünya değişti, insanların anlayışı farklılaştı. En iyisi bu türlü meseleleri hiç gündeme getirmemek.”

Kanaatimiz odur ki, her iki anlayış da Yüce Rabbimiz’in “Alîm” ve “Hakîm” ism-i şerifleri konusundaki idrak ve yakîn eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Allah Tealâ’nın, olmuş, olan ve olacak her şeyi bütün ayrıntılarıyla bilmesi ve her işinde yüce şanına yaraşır binbir hikmet bulunması, bu iki ism-i şerifin ihata alanı hakkında söylenebilecek en özet sözlerdir.

Madem ki “Alîm” ve “Hakîm” isimlerinin sahibi Allah Tealâ bu hükümlerin, gönderdiği son dinin çerçevesi içinde kıyamete kadar baki kalmasını murad etmiştir; öyleyse bu hükümlerin hikmetleri üzerinde, çağın hakim değer yargılarının ve menfi propagandaların etkisinden sıyrılarak düşünmenin yollarını bulmak zorundayız.

“İslâm ve Kölelik” başlığı altında yapılan menfi propagandaların kıymet-i harbiyesi konusunda da tavrımız bu olmalıdır.

İddia şudur:

“Müslümanlar savaşta erkek, kadın ve çocukları köle olarak alır. Onlar üzerinde bir ‘mal’ gibi dilediği biçimde tasarrufta bulunur; alır, satar. Kadınların cinselliklerinden dilediği gibi istifade eder. Bugün ellerine fırsat geçse Ortaçağ’ın bu ‘insanlık dışı’ uygulamasını tekrar gündeme sokarlar. Müslümanlar için ‘köle avlamak’ hem bir hak, hem de bir vazifedir…”

Bir kısım Batılılar meseleyi böyle ortaya koyarken Batı’yı kıble edinen sözümona bir kısım müslüman aydınlar da, kölelik uygulaması hakkında yukarıda belirttiğimiz şekillerde davranmayı tercih eder.

Köleliğin tarihi


Kur’an, Hz. Yusuf a.s.’ın, kardeşleri tarafından kıskançlık sebebiyle kuyuya atıldıktan sonra, oradan geçen kervancılar tarafından kuyudan çıkarıldığını ve Mısır’a götürülerek satıldığını haber vermektedir. (Yusuf, 20-21) Hz. Yusuf a.s.’ın milattan binlerce yıl önce yaşadığı düşünüldüğünde kölelik uygulamasının tarihinin ne kadar eski olduğu daha rahat anlaşılacaktır.

Kölelik sadece Ortadoğu denen coğrafyada değil, dünyanın hemen her tarafında binlerce yıl yaşatılmış bir uygulamadır. Antik Yunan ve Roma kaynaklarını inceleyenler, kölelikle ilgili birçok belgeye rastlayacaklardır. (Doç. Dr. Hasan Malay, Çağlar Boyu Kölelik, 14, vd.)

Aynı şekilde kadim Hint ve Çin uygarlıklarında, Sümerler’de, Akatlar’da, Babil ve Asur medeniyetlerinde de kölelikle ilgili kurum ve uygulamalar mevcuttur. (Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı’da Harem, 77, vd.)

Öyleyse şu husus kesin bir şekilde belirtilmelidir ki, kölelik İslâm’ın ortaya çıkardığı ve vücut verdiği bir kurum değildir. Kur’an’ın inzal buyurulduğu dönemde kölelik yaygın bir şekilde fiilen mevcuttu. Aşağıda da belirteceğimiz gibi, İslâm kölelikle ilgili son derece önemli çerçeveler getirmiş, köleliğin kaynaklarını sınırlandırmış ve kölelik hukukunu hiçbir tarih ve coğrafyada görülmemiş bir mükemmellikte düzenlemiştir.

Köleleştirme yolları


Gerek İslâm öncesinde, gerekse İslâm geldikten sonra İslâm coğrafyası dışındaki yerlerde insanların köleleştirilmesinin birkaç yolu vardı:

1. Savaşlar: Biraz sonra değineceğimiz gibi İslâm nazarında köleliğin tek meşru kaynağı savaştır. Buna mukabil köle edinmek, İslâm öncesinde ve hatta İslâm geldiği zamanlarda doğulu ve batılı pek çok toplumda savaşın belli başlı amaçlarından birisini oluşturuyordu.

Romalı ünlü hatip ve devlet adamı Çiçero, bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Britanya seferinin sonuçları sabırsızlıkla bekleniyor… Ama şimdi anlaşılıyor ki, adada gümüş madeni olduğuna ilişkin herhangi bir belirti yok. Bu durumda tek umudumuz bolca köle toplamak…” (Malay, a.g.e., 19)

2. Korsanlık/Haydutluk: Köle ticaretinin bizzat devletler tarafından son derece kârlı bir iş olarak yapılmasından cesaret alan korsan ve haydutlar, tarih boyunca diş geçirebildikleri yerlere saldırmış, malları talan etmiş, insanları da köleleştirerek pazarlarda “köle tüccarı” edasıyla satmışlardır. Hatta başkalarına ait köleleri çalıp sattıkları da sık rastlanan olaylardandır. Tırnak içine aldığımız “köle tüccarı” ifadesi bile, köle alım-satımının müstakil bir ticari sektör oluşturduğunu anlatmak için tek başına yeterlidir.

3. Mahkeme kararları: Özellikle Roma İmparatorluğu döneminde hırsızlık, soygunculuk, kutsal değerlere saygısızlık, kundakçılık, sahtekârlık… gibi suçlar mahkeme tarafından köleleştirilme ile cezalandırılabiliyordu. Ancak bu cezaya çarptırılanların diğer kölelerden bir farkı vardı: Onların çocukları özgürlüklerini koruyordu.

4. Terk edilen ya da köle olarak satılan çocuklar: Roma kanunları, herhangi bir sebeple istenmeyen çocukların satılmasına veya terk edilmesine izin veriyordu. Bu çocuklara “expositi” deniyordu. Bu çocukları satın alanlar, onları büyüttükten sonra istedikleri gibi köle olarak kullanıyordu. Her ne kadar prensip olarak bu çocukların, özgür ana-babadan doğduklarını ispatlamaları halinde özgürlüklerine kavuşma hakları var idiyse de, bunun her zaman ve herkes için kolay bir iş olmayacağı açıktır.

5. Borç: Eski Yunan’da borcunu ödeyemeyen kimselerin, alacaklıları tarafından köleleştirilmesi söz konusuydu. Aristoteles bu konuda şöyle demiştir: “… Bu olaylardan (Kylon suikastinden) sonra, asillerle yoksul kitleler arasında uzun bir çatışma dönemi yaşandı. Bunun nedeni, devletin (birkaç kişinin elinde olması anlamına gelen) oligarşik bir yapıya sahip oluşuydu. Bu sistemde fakirler, eşleri ve çocuklarıyla birlikte zenginlerin kölesiydiler. (…) Altıdabir, fakir çiftçilerin toprak sahiplerine ödediği kirayı simgelemekteydi. Tüm ülke ancak birkaç kişiye aitti. Eğer kirayı ödeyemezlerse çocuklarıyla birlikte başkalarına satılıyorlardı…” (Malay, a.g.e., 37)

6. Feodal sistem: Özellikle Avrupa’da yüzyıllar boyunca uygulanmış olan feodalite, insanların “yarı köle” statüsünde tutulduğu, “gönüllü kölelik” olarak isimlendirilebilecek bir sistemin adıdır. Bu sistemde güçsüzler, gerek devletin, gerekse başka güç sahiplerinin (büyükten küçüğe doğru sırasıyla senyör, baron, dük, kont, şövalye…) baskısından korunup güven içinde yaşamak için birisine bağlanmak, daha doğrusu “bağımlı” olarak yaşamak zorundaydı. Her zaman için ve her seviyede daha az güçlü olanın daha çok güçlü olana bağımlı bulunmak zorunda kaldığı bu sistemde, çiftçilerden senyörlere kadar her kesim bir üsttekine bağımlı idi. Bu yapının en tepesinde ise krallar vardı. (Marc Bloch, Feodal Toplum, 185, vd.)

İslâm köleliği niçin kaldırmadı?


Yukarıdan beri resmetmeye çalıştığımız manzaranın toplumsal, ekonomik ve kültürel hayata hakim olduğu bir dönemde İslâm’ın köleliği tamamen yasaklayıcı bir hüküm getirmediğini görüyoruz. Bu noktada İslâm’ın toptan kaldırdığı -mesela “faiz” gibi- cahilî uygulamalar cümlesinden olarak niçin köleliğe de son vermediği sorusunun cevabı üzerinde biraz düşünelim.

Her şeyden önce mevcut uygulama, İslâm’ın, kaynaklarını teke indirdiği kölelik kurumunu kökten kaldırmasına engel teşkil etmiştir. Şöyle ki:

Savaş sonucu esir alınan düşman hakkında şu uygulamalardan birisi veya birkaçı hayata geçirilebilir:

1. Öldürmek.

2. Karşılıksız serbest bırakmak.

3. Belli bir karşılık alarak serbest bırakmak.

4. Hapse atmak.

5. Köleleştirmek.

Bu uygulamalardan her birinin, zamana, yere ve duruma göre avantajları ve dezavantajları bulunduğunu söyleyebiliriz. Makul ve meşru bir sebep yokken bunların birisini dayatmak ve zorunlu görmek mümkün ve doğru değildir. Bununla birlikte, tek başına alındığında bu uygulamaların dezavantajlarını şöyle belirleyebiliriz:

Bu şıklardan ilki, yerine göre onbinlerce insanın öldürülmesi demek olacağından, bir anlamda “katliam” demektir. Ayrıca böyle yapıldığında, esirler arasında bulunabilecek ve mesleği, sanatı, kabiliyeti ve tecrübesiyle çeşitli alanlarda insanlığa faydalı olabilecek kimselerin üreteceği değerlerden insanlığın mahrum bırakılması söz konusu olacaktır.

İkinci seçenek hayata geçirildiğinde düşmanın güçlenmesine katkıda bulunulmuş olacak, böylece görünüşte zaferle sonuçlanmış olsa da, yapılan savaş gerçek anlamda maksadına ulaşmış olmayacaktır. Zira hem İslâm devleti savaş sebebiyle uğradığı maddi-manevi zararları yine kendisi üstlenmek zorunda kalacak, hem de düşmana savaşarak tecrübe sahibi olmuş askerler hediye etmekle kendi geleceğini riske atmış olacaktır.

Üçüncü seçeneğe gelince, belli bir vergiye bağlamak, karşılıklı esir mübadelesi (değişimi) gibi tercihe şayan durumlar olabileceği gibi, bunların söz konusu olmadığı durumlar da olabilir. Genellikle mağlup tarafın zaten elinde mübadele edecek esir olmaz veya fidye verip esirleri kurtaracak maddi gücü bulunmaz. Bu durumda bu çözüm şekli de tıkanmaktadır.

Dördüncü seçenek, esirlerin ömür boyu devletin kesesinden bakılıp beslenmeleri anlamına gelir. Üstelik bunun karşılığında ne İslâm devleti, ne de esirler bakımından elde edilecek hiçbir fayda da söz konusu değildir.

Bu seçeneklerin birinin veya tamamının savaştan beklenen sonucu yeterince sağlayamaması veya şartların gerektirmesi durumunda köleleştirme uygulaması devreye girer. Ancak burada İslâm’ın köleliğe bakışı ve müslümanların köleleriyle ilişkilerini ayrı bir başlık altında ele almak gerekmektedir. Bunun için de önce gayrimüslimlerin köle anlayışını ve kölelere reva gördüğü muamelelere göz atmamız gerekir.

Bir sonraki yazımızda bu başlıklar altında konuya devam edip, Batılılar karşısında ezilip-büzülmenin, suçlu gibi davranmanın ne büyük bir cehalet olduğunu ele alacağız.

Semerkand Dergisi – Ağustos 2006