Çevre Kirliliği Neyin Sonucu?

Ebubekir Sifil2009 Yılı, Dergi Yazıları, Dergilere Göre, Semerkand Dergisi, Yıllara Göre

Çevre kirliliğinin modern zamanlarda ortaya çıkmış bir problem olduğu malum. Tabiattaki bitki örtüsünün, suların, havanın ve toprağın hoyratça kullanılması, daha doğrusu bütün bunların “varlığına kastedilmesi” sonucunda baş gösteren bir dizi problem, sonunda dünyanın geleceğini ciddi biçimde tehdit den bir “insanlık meselesi” haline geldi.

Artık haber bültenlerinde, günlük gazetelerde ya da bilimsel yayınlarda küresel ısınma, bazı canlı türlerinin yok olması, mevsim değişiklikleri vb. konusunda bir şeyler okumadığımız/seyretmediğimiz gün yok gibi. İnsanlık topyekün bir intihara mı gidiyor?

Çevre nasıl kirleniyor?


İnsanoğlunun içinde yaratıldığı tabiata, havasıyla, suyuyla kara ve deniziyle insanı çepe çevre kuşatan bu “hayat alanı”na çevre deniyor. Bu alan içinde yaşayan sadece biz (insanlar) değiliz. Burası bizden başka varlıkları da içinde barındırıyor ve insan da dahil olmak üzere bu varlıklar karmaşık bir ilişkiler ağı içinde birbirlerine bağımlı biçimde yaşıyor.

Bu bağımlılık ilişkisini bir zincirin halkalarına benzetebiliriz. Tabiattaki her şey, varlığıyla ve yaşama biçimiyle bu zincirin bir halkasını teşkil ediyor. “Eko sistem” denen bu ilahî nizamda her şey o kadar ince bir takdirle birbirine bağlanmış ki, zincirin halkalarının birindeki bir zayıflama yahut kopma, dalga dalga bütün sistemi etkiliyor ve denge bozuluyor.

Zincirin bir veya daha çok halkasının zayıflamasına veya kopmasına sebebiyet veren bir tek canlı var: İnsan. Dünya hayatında iradeli olarak yaratılmış tek varlık olan insan, kendisine bahşedilen kabiliyet ve kudretler sayesinde etrafındaki varlıklarla uyum içinde yaşayabileceği gibi, çatışmayı tercih edip çevresindeki her şey üzerinde zoraki bir hakimiyet de tesis edebiliyor.

Kendisi dışındaki varlıklar üzerinde hakimiyet kurma, onları dilediği gibi yönetip kullanma arzusu, tarih boyunca insanın peşini hiç bırakmamıştır. Tarihten günümüze sarkan ve adına “sömürgecilik” denen insanlık dışı uygulamaya hayat veren de bu şeytanî arzudur. Batılılar, doğudan batıya, kuzeyden güneye ellerinin uzanabildiği her coğrafyayı sömürgeleştirirken, yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle birlikte insanları da köle olarak kullanmak üzere ülkelerine götürmüşlerdi.

Geçtiğimiz yüzyılda verilen kurtuluş savaşları bu insanlık dışı uygulamanın sonunu getirdi. Ancak şimdi yine Batı’dan gelen ve bütün insanlığı ciddi biçimde tehdit eden problem, hiçbir ülkenin ve milletin tek başına çözebileceği türden değil.

İnsanıyla, havyan ve bitkisiyle, hatta bizim “cansız” dediğimiz varlıklarıyla bir bütün olan hayat normal seyri içinde akıp giderken, insan, daha doğrusu “Batılı insan”, bu denge ve ahengi altüst edecek bir yola girdi. Kısaca “teknoloji kullanımı” diye ifade edebileceğimiz olgu sebebiyle hayatımız hızla değişmeye başladı. Şüphesiz bu değişiklik bize pek çok kolaylıklar, rahatlık, konfor, kalite vs. getirdi. Ancak bunların yanında bir şey daha getirdi: Çevre kirliliği.

Atmosfere salınan zehirli gazlar, deniz ve nehir sularına, sahipsiz arazilere bırakılan zehirli kimyasal artıklar, radyoaktif sızıntılar, büyük bir hızla yok edilen yeşil alanlar ve daha onlarca etken sadece havayı, suyu ve toprağı kirletmiyor. Bu sularla, bu toprakta ve bu havayı alarak yetişen, üstelik de genetik yapısıyla oynanan yiyecekler de ayrı bir tehdit unsuru olarak hayatımıza girmiş bulunuyor.

Hava kirliliği


Atmosferde toz, duman, gaz, koku ve saf olmayan su buharı şeklinde bulunabilecek kirleticilerin, insanlar ve diğer canlılar ile eşyaya zarar verebilecek miktarlara yükselmesine “hava kirliliği” deniyor.

Fabrika ve sanayi bölgelerinden, termik sanatrallerden, ev ve işlerlerinden, taşıt araçlarından atmosfere yükselen kirletici maddeler, Ozon tabakasını delinmesine yol açmış bulunuyor.

Uzmanlar, hava kirliliğini oluşturan etkenler sebebiyle Ozon tabakasında oluşan yırtığın Amerika kıtası büyüklüğünde olduğunu söylüyor ve uyarıyor:

Hava kirliliğindeki artış 2100 yılına kadar aynı şekilde devam edecek olursa, atmosfere salınan gazların oluşturduğu sera etkisi, iklim değişikliklerinde daha hızlı bir değişikliğe yol açacak. Dünyanın kimi bölgelerinde kuraklıklar olurken, Kuzey Kutbu’na yakın bölgelerde buzulların erimesi, güneyde ise deniz seviyesinin yükselmesi sebebiyle bazı ülkeler sular altında kalacak.

Su kirliliği


Su kirliliği, istenmeyen zararlı maddelerin, suyun niteliğini ölçülebilecek oranda bozmasını sağlayacak miktar ve yoğunlukta suya karışması olayıdır. Konutlar, endüstri kuruluşları, termik santraller, gübreler, kimyasal mücadele ilaçları, tarımsal ve sanayi atık suları, nükleer santrallerden çıkan sıcak sular ve toprak erozyonu gibi etkenler su kirliliğini meydana getiren başlıca kaynaklardır. Bunların hepsi doğrudan doğruya veya dolaylı olarak canlı ve cansız varlıklara zarar vermektedir.

Tıpkı karada yaşayan canlılarda olduğu gibi, sudaki hayat da belli bir ahenk ve düzen içinde yürümektedir. Bu düzeni sağlayan bir tek canlı dahi bu kirlenmeden olumsuz etkilendiğinde, bu durum zincirleme olarak suda yaşayan diğer canlıları da etkilemektedir.

Sudaki hayatın bu şekilde tahribinin, karadaki hayatı da olumsuz etkileyeceğini ayrıca belirtmeye gerek görmüyoruz.

Toprak kirliliği


Toprağın verim gücünü düşürecek ve özelliklerini bozacak her türlü teknik ve ekolojik etken, toprak kirliliği veya toprak kirlenmesi olarak nitelendirilir. Havayı ve suları kirleten neyse, toprağı kirleten de odur.

Mesela kükürt dioksit oranı yüksek olan bir atmosfer tabakasından geçen yağmur damlacıkları “asit yağışları” halinde toprağa gelir. Toprak içine giren bu asitli sular ağaç köklerini, bitkisel ve hayvansal toprak canlılarını zarara uğratır. Toprağın yapısını etkileyerek besin maddesi dengesini bozar, taban sularını içilmez hale getirir.

Aynı şekilde çöp yığınlarından toprağa sızan sular, kirli sulama suları, gübre çözeltileri, radyoaktif maddeler, uçucu küller, toprağı kirleten madde ve kaynaklardır.

Bu bağlamda özellikle son zamanlarda giderek yaygınlaşan bir uygulamaya dikkat çekmemiz yerinde olur: Genetik yapısıyla oynanmış bitki üretimi. Bunun için toprağa atılan gübre ve ilaçların, toprağı bir anlamda zehirlemek suretiyle hem yapısını değiştirdiği, hem de orada başka bitkilerin yetiştirilmesini imkansız hale getirdiği tesbit edilmiştir.

Radyoaktif kirlilik


Nükleer enerji santralleri, nükleer silah üreten fabrikalar, radyoaktif madde artıkları radyoaktif kirlenmeyi oluşturan başlıca kaynaklardır.

Radyoaktif maddeler yaymış oldukları elektronla hava, su, toprak ve bitkilere zarar verir. Radyoaktif maddeye sahip (radyasyonlu) hayvansal ürünler (et, balık, süt, vb.) ve bitkiler bu zararlı maddeyi besin zinciri ile insanlara ve diğer canlılara taşır. Bunun sonucunda bağışıklık mekanizmasını felce uğratmak, organları zedelemek gibi tedavisi imkansız hastalıklar meydana getirirler.

Konunun uzmanları, bütün bunların sebebiyet verdiği küresel ısınmanın yol açacağı küresel felaketler hakkında şu tahminlerde bulunuyor:

Buzulların erimesi.

Deniz suyu seviyesinin 60 cm kadar yükselmesi.

Taşkınlar, kıyı kesimlerde toprak kaybı.

Temiz su kaynaklarının denize karışması ve su sorunu.

Yüksek sıcaklık artışıyla görülen aşırı buharlaşma ve kuraklık sonucu, yangınlar, göl ve ırmak sularında %20’lik azalma.

Bu değişikliklere dayanamayan bitki ve hayvan türlerinin yok olması ya da azalması.

Bazı bölgelerde aşırı ısınma nedeniyle virüs türlerinde değişiklik olması ve salgın hastalıkların gelişmesi.

Oluşacak göç dalgasıyla, yerel ve global ölçekte taşıma kapasitesinin aşılması ve bunun sonucunda yaşanacak kitlesel göçler ve savaşlar.

Küresel ısınma küresel inkârın sonucudur


“Yeryüzünde fesat çıkarmak”, inkârcıların önde gelen vasıflarından biridir ve bu, Yüce Kitabımız’ın temel vurgularından olmakla hepimizin malumudur. Ancak “fesad”ın mahiyeti hakkında gereği gibi düşünmediğimizden –ya da başka sebeplerden–, inkârcıların bu vasfının tam olarak ne anlama geldiği meselesini çoğu zaman ıskalarız.

Bakara Suresi, 204-205. ayetlerde önce “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider..” buyurulduktan sonra, bahsedilen insanların karakter özellikleri şöyle verilir: “İşbaşına geçtiğinde yeryüzünü fesada vermek, ekin ve nesli helâk etmek için didinir…”

Batılı insanın, yeryüzünün hakimiyetini (küresel jandarmalık) ele geçirdiğinden beri insanın inancını, ahlâkını, değerlerini, hayat tarzını, hatta hormonal dengesini… nasıl bozduğunu, istila ettiği ülkelerin yeraltı ve yer üstü kaynaklarını doymak bilmez bir iştiha ile nasıl sömürdüğünü (neslin helâkı), ekolojik dengeyi nasıl canavarca tahrip ettiğini ve yeryüzünde bu sebeple binlerce canlı türünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu (ekinin helâkı) bilmeyen yok. Allahu bilir, bu ayetin bugüne bakan yüzünde bu durum hakkında bir uyarı ve vurgu vardır.

Aynı konuda uyarı niteliği taşıyan bir diğer ayet şudur: “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar.” (Rûm, 41)

Bu ayet üzerinde de gereği gibi düşündüğümüzde, bugüne canlı bir şekilde hitap ettiğini görürüz. Bir önceki ayet hakkında söylenebilecek şeyler bu ayet hakkında da aynıyla geçerlidir. Şu kadar ki, bu ayetin biraz daha geniş bir anlam çerçevesi vardır. İnsan elinden çıkan haksızlık, zulüm ve isyanlar dolayısıyla yeryüzünde uyum, denge, ahenk ve bereket kalmaması da ayetin ifade ettiği hususlardandır.

İnsanın ve tabiatın canına, insanî ve tabiî olan hiçbir şey bırakmamacasına kasteden bu gidişatın kaynağı nedir diye baktığımızda, karşımıza “teknolojik medeniyet”, yani “kalkınma ve ilerleme” olguları çıkıyor. İnsanoğlu tarih boyunca hiç bu kadar kalkınmamış ve ilerlememişti; bu doğru. Ama bu, aynı zamanda bir başka doğrunun daha ifadesi: İnsanoğlu tarih boyunca insanı ve tabiatı hiç bu kadar tahrip, ekini ve nesli hiç bu kadar helâk etmemişti. Geri dönüşü olmayan bu küresel tahrip (fesat), Batılı insanın marifetidir ve aynı gemide bulunduğumuz için biz de aynı felaketin sonuçlarından nasipdar oluyoruz, olacağız.

Müslümanca bakış


Çevre kirliliği meselesinde İslâm, mevcut tesbit ve teşhislerden farklı bir şey söylemiş midir, yoksa bilinenin ve söylenenin tekrarı olmaktan öte geçmeyen tesbit ve teşhisler mi söz konusudur?

Bu soruların cevabını aramaya, genellikle yapılan en temel yanlışa işaret ederek başlayalım: “İslâm çevre kirliliğinin önüne geçmek için, ya da oluşmasına meydan vermemek için şu şu tedbirleri öngörmüş, şu tarz hareketlerin yapılmasını yasaklarken, şu tarz işlere teşvikte bulunmuştur..” gibi tesbitlerin bu alanda İslâm adına yapılan en büyük yanlış olduğunu bilhassa belirtmemiz gerekir.

Zira Asr-ı Saadet’te “çevre kirliliği” diye bir problemin mevcut olmadığı açık. Dolayısıyla Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in –mesela– ağaç dikmeye teşvik eden hadislerini çevre kirliliğini önlemeye matuf tavsiyeler olarak değerlendirmek çok tutarlı değildir. Durgun suya bevletmeyi yasaklayan ya da akarsudan dahi abdest alırken azaları üçten fazla yıkamak suretiyle israfa kaçmaktan sakındıran Nebevî uyarıları da aynı şekilde değerlendirmek gerekir.

O halde çevre kirliliği meselesinin İslâmî çözümünü konuşurken meseleyi “esastan” ele almak zorundayız. Yani havayı, suyu, toprağı, insanı, bitkiyi… dejenere eden, bozan, tahrip eden hayat tarzını sorgulamak durumundayız.

Bu konuda başka din ve medeniyet mensuplarına oranla daha fazla hassasiyet göstermesi gereken müslümanların, “gelişme”, “ilerleme”, “kalkınma” gibi kavramların büyüsüne kapılarak sorumluluklarını unutmuş olması, üzerinde önemle durulması gereken bir gerçek.

Tıpkı taşıdığımız can gibi, içinde yaşadığımız tabiat da bizlere emanettir ve kesinlikle bize ait bir mülk değildir. Bu sebeple de hoyratça kullanılması, israf ve tahrip edilmesi “günah”tır! Eğer bütün bu felaketlerin sebebi teknolojiye dayalı hayat tarzı ise, öncelikle bu nokta üzerinde durulmalıdır. İnsanlık bu noktada şöyle bir hayatî tercih yapmak zorundadır: Ya teknolojiyi bu aymazlıkla kullanmaya, dolayısıyla her şeyi kirletmeye devam edecek ve bunun bütün insanlığa getireceği faturayı hep birlikte ödemeyi göze alacağız, ya da en azından onaylamayarak, itiraz ederek bu evrensel günaha ortaklık etmeyeceğiz.

Günah-sevap dengesi


Modern Batılı ve Batılılaşmış insanın anlayışında, tabiatı istediği gibi “kullanmak” insana ait bir “hak” iken, İslâm, insan dışındaki varlıkların da “hak” sahibi olduğu anlayışıyla hayvanlara, ağaçlara ve bütün olarak tabiata rıfkla muameleyi öngörür. Zira tıpkı insan gibi ağaç da güneş de Rahman’a secde eden varlıklardır. Her varlık kendi lisanıyla Rabbini tesbih eder ve tabiattaki bu hayretengiz denge ve uyum, ona ancak “müslümanca” bakabilenlerin gördüğü bir hakikattir.

Düşünün, bir ağaç dikmek insana sevap kazandıran bir davranış ise, tersi de günah olmalı değil midir? Yani hayatımızı idame ettirmek için hiç de mecbur olmadığımız halde ağacı, yeşili, tabiatı tahrip etmenin, havayı ve suyu kirleterek binlerce canlının yok olmasına yol açmanın bedeli sadece dünyevî felaketler yaşamakla sınırlı olmayacaktır. Böyle bir durum, aynı zamanda bir “vebal” olmakla uhrevî sorumluluğu da getirmektedir.

Şu halde çevre felaketi konusunda alınacak en köklü tedbir, tabiatla barışık hayat tarzına geri dönüşü zihinlere nakşetmek olmalıdır. Bunu yapamasak bile, hiç olmazsa adına “çevre kirliliği” denen bu küresel günaha iştirak etmekten uzak durarak kendimizi uhrevî sorumluluktan kurtarmanın yollarını aramalıyız.

Semerkand Dergisi – Temmuz 2009