Bugünün Dünyasında İslamî Semboller

Ebubekir Sifil2008, Dergi Yazıları, Dergilere Göre, Semerkand Dergisi, Yıllara Göre

Zamanımızda semboller, simgeler hiç olmadığı kadar önem kazandı. Bu yüzden dinimizin sembollerine, işaretlerine saygı ve hürmet bugün daha önemli.

Camiyi, hocayı, ahireti mizah konusu yapmak, alaya almak hem doğrudan din algısını etkiliyor, hem imanı riske atıyor.

Hz. Ali r.a. Efendimiz “Parça bütünün habercisidir” buyuruyor. Dinimizin, dindarlığımızın parçası olan semboller doğrudan İslâm’ın habercisi ve onlara hürmet de müslümanlığımızın gereği.

Din dediğimizde aklımıza sadece soyut/görünmeyen birtakım inanç esasları gelmemelidir. Şüphesiz dinin hayata şekil veren somut/görünen yansımaları vardır ve bizler hayatı o somut göstergelerle anlamlandırırız.

Söz gelimi, bilmediğimiz bir memlekete gittiğimizde, biz çok da farkında olmadan gözlerimiz orada alışık olduğumuz birtakım görüntüler arar. Minare görmek isteriz mesela, ya da ezan sesi duymak isteriz. Avrupa’ya gidenlerimiz veya orada ikamet edenlerimiz bu hususu yakından idrak ederek yaşarlar. İşte bu, dinin “görünen yüzü”nün önemini anlatır bize.

Dinî Şiarlar/Semboller


Dinin bu “görünen yüzü”ne Yüce Kitabımız “şiar” (çoğulu “şeâir”) adını verir. Bir ayette şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Allah’ın tayin ettiği şiarlara… sakın saygısızlık etmeyin.” (Mâide, 2)

Her ne kadar bu ayette üç nokta koyarak zikretmediğimiz cümlelerde Hac ile ilgili hükümler mevcut ise de, ayetin ifadesi geneldir. Bu sebeple müfessirler, bu ayetin, Allah Tealâ’nın indirdiği hükümlerin tamamını kapsayacak şekilde anlaşılacağını belirtmişlerdir. Burada geçen “şiar” kelimesi alamet, işaret, sembol, simge, bir şeyi diğerlerinden ayıran özellik anlamındadır.

Yine bir diğer ayette şöyle buyurulur: “Kim Allah’ın hürmet edilmesini istediği şeylere saygı gösterirse, bu, Rabb’inin katında kendisi için daha hayırlıdır. (…) Kim Allah’ın şiarlarını yüceltirse, bu kalplerin takvasındandır.” (Hac, 30-32)

Bu ayetlerin durumu da bir önceki ayete benzemektedir. Zira burada da Hac’da kurban edilecek olan ve yenilmesi helal kılınmış bulunan hayvanlardan bahsedilmektedir. Bununla birlikte, yukarıya mealen aldığımız ifadeler umumi olduğu için, ulema bu ayetlerde geçen, “Allah’ın hürmet edilmesini istediği şeyler” ve “Allah’ın şiarları” ifadelerinin “Allah Tealâ’nın dini ve indirdiği hükümler” anlamına geldiğini söylemiştir. [Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 6/36; Beydâvî tefsiri, (Şeyhzâde haşiyesi ile birlikte) 3/383.]

Kur’an ve Sünnet’in vurgularından şunu anlıyoruz ki, müslümanlar için dinî bir anlam ve değeri olan her şeyi hassasiyetle muhafaza etmek ve hürmette kusur etmemek temel görevlerimiz arasındadır.

Ramazan ayı, Cuma günü, kandil geceleri gibi mübarek zamanlar, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksa, camiler… gibi mübarek mekânlar, her türden ibadetler, alim ve mürşidler, dinî eserler, dinî kavramlar… bunlar arasında ilk akla gelenlerdir.

Dine hürmet, bir anlamda bu sembollere hürmetten geçmektedir.

Ya da şöyle diyelim: Bu sembollere hürmetsizliğin, doğrudan doğruya dinin kendisine yönelik bir hürmetsizlik anlamı taşıyacağına özellikle dikkat edilmelidir.

Modern kültür içinde zaman zaman mizahı yapılan, küçültülen şeylerin dine ait şeyler olduğu gerçeğini göz ardı ettiğimizde, aslında dinle aramızdaki irtibatı kendi elimizle zayıflattığımız gerçeğini görmezden gelmiş oluyoruz.

Sembollere Saygı ve İman


Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur: “Sizden birinizin göğüs kafesinde iman, elbisenin eskidiği gibi eskir. Öyleyse (sık sık) Allah Tealâ’dan, kalplerinizde imanı yenilemesini dileyin.” (Hâkim, Taberânî)

Bu Nebevî uyarı, imanımızı her an diri ve canlı tutmanın yollarını aramanın ihmale gelmez bir farz olduğunu anlatır. Şüphesiz bunun çeşitli yolları vardır. İbadetlerimizi aksatmadan ve şuurlu bir şekilde yerine getirmek, çokça Kur’an okumak, zikrullaha devam etmek, salih insanlarla birlikte olmak… bu çerçevede zikredilebilecek hususların başında gelir. Yine bu konuda dikkat edilmesi gereken bir nokta da, günahlardan, münkerata düşmekten ve imanı zayıflatacak durum ve ortamlardan uzak durmaktır.

Dinin kendisi ve hükümleri kadar, dini temsil eden ve dinî anlam taşıyan sembol, kavram ve değerlere gereken saygı ve hassasiyetin gösterilmesi de bu cümledendir. Hatta günümüz şartlarında biz farkında olmadan imanımızın eskimesine, yıpranmasına sebep olan en sinsi tehlikenin bu konudaki gevşeklik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu sebeple alimlerimiz, dinî sembol, kavram ve değerlere gösterilmesi gereken hassasiyeti göstermemeyi ya da onlara saygısızlık anlamına gelen davranışlara sessiz kalarak onaylamayı, imanı ciddi anlamda tehlikeye sokan hususlar arasında zikretmiştir.

Söz gelimi, sırf tahkir etmek amacıyla alim birisine “alimcik” demek, fıkıh, tefsir, hadis… gibi dinî ilimlere ve bu ilimler hakkındaki eserlere saygısızlık göstermek, bu fiilleri işleyen kimsenin itikadî durumunu ciddi tehlikelere sokar. (Şerhu’l-İmâm Ali el-Karî alâ Kitâbi Elfâzi’l-Küfr, 165-167)

Şafiî mezhebinin büyük alimlerinden, “Sultanu’l-Ulema” lakaplı İzzuddîn b. Abdisselâm, bir fetvasında şöyle der: “Mushaflarda yazılı olan Kur’an metnine, Allah Tealâ’nın zatına delalet etmesi dolayısıyla hürmet gösterilmesi gerekir; tıpkı Allah Tealâ’nın sıfatlarına delaleti dolayısıyla hürmet gösterilmesi gerektiği gibi… Allah Tealâ’nın yüce zatına delalet ettiği için Mushaf metnine saygı göstermek ve hürmet etmek gerekir. Kâbe’ye, peygamberlere, abidlere ve ulemaya hürmet göstermek de böyledir…” (Îdâhu’l-Kelâm, s. 3)

Fetvasının devamında mushafa abdestsiz dokunmanın caiz olmamasının, Hacer-i Esved’i öpmenin faziletinin ve benzeri hususların da aynı noktaya dayandığını söyleyen İzzuddîn b. Abdisselâm, burada dikkatimizi gerçekten önemli bir noktaya çekmektedir: Dine ve dinî açıdan önem taşıyan hususlara saygı göstermek, bu dinin sahibi olan Allah Tealâ’ya duyulması gereken haşyet, muhabbet ve takvanın ifadesidir. Bu sebeple bu noktaya azami dikkat göstermek gerekir.

Hocayı Eleştirirken


Bugünkü modern hayat, tamamen maddi, dünyevî ve maneviyattan büyük ölçüde yoksun olduğu için bu hayatta “mübarek”, “mukaddes” gibi kavramlara yer yoktur. Dinin ve dinî olan şeylerin bu hayatta sadece birer “figür” seviyesinde tutulması, yaşadığımız modernleşmenin hedefleri ile insanımıza kimliğini veren temel unsurlar arasındaki çatışmadan kaynaklanmaktadır.

“Hacıdan hocadan, kork karanlık geceden!” diye bir söz vardır dilimizde mesela; “hacı-hoca takımı”na güvenilmeyeceğini anlatır. Ne yazık ki halk arasında da hayli yaygın kullanımı olan bu söz, aslında toplumun çimentosu mesabesindeki alim, mürşid, din görevlisi gibi zatları halkın gözünden düşürücü etki yapmaktadır.

“Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma!” sözü de böyledir. “Hocalar, görevleri gereği halka neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlatırlar, ama kendileri deveyi hamuduyla götürürler” gibi bir anlayışın ürünü olan bu söz de diğeri gibi halkı dinden ve dinî anlam taşıyan hususlardan soğutma gayretine işaret eder.

Türk filmlerindeki “imam” tiplemesinin hep eciş-bücüş, sinsi, az gelişmiş, şehvet düşkünü, biraz şizofren, dünyaperest, kesinlikle güvenilmez… olmasının sebebi de bundan başkası değildir. Romanlarda, tiyatrolarda, hikâyelerde farklı bir imam tipine rastlamak neredeyse imkansızdır.

Oysa burada söz konusu olan, Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mace ve daha başka Hadis imamları tarafından nakledilen bir rivayette Efendimiz s.a.v. tarafından “Peygamber vârisi” olarak nitelendirilmiş bulunan alimlerdir, onların temsil ettiği değerlerdir.

Evet, her insan gibi din görevlisinin de, alimin de hatası olabilir. Hatta onlar arasında taşıdığı sorumluluğun gereğini yerine getirmekten uzak, çeşitli zaafları olan ve konumunun adamı olmayan kimseler dahi bulunabilir. Ancak bu, bütün alimleri ve din görevlilerini karalama tavrını mazur göstermeye yeter mi?

Burada belki doğrudan doğruya dinin kendisine saygısızlık hedeflenmemektedir. Ama unutulmaması gereken bir nokta var: Dinî anlam ve değeri olan semboller konusundaki bir kayıtsızlık, doğrudan doğruyla din algısını etkilemekte ve dinle irtibatın zayıflamasına sebebiyet vermektedir.

Ülkemizdeki birtakım filmlerde, basın-yayın organlarında, roman ve kitaplarda çizilen “din görevlisi” tiplemesiyle Batı’da üretilen yapım ve yayınlardaki “papaz” imajını karşılaştırdığımızda, arada bariz bir farklılık bulunduğunu görmek zor değildir. İstisnalar bir tarafa bırakılırsa, her türlü olumsuzluğu temsil eden müslüman din adamı imajının aksine, papazın yardımseverlik, hoşgörü, fedakârlık, çalışkanlık, dürüstlük gibi her türlü olumlu sıfatı ve erdemi temsil etmesi karşısında ne demeli?..

İsimler Üzerinden Yıpratma


İşin görünen yanını teşkil etmesi sebebiyle madalyonun bu yanı, dinî hassasiyet sahibi insanımızın tepkisini kolayca çekiveriyor. Doğrusu halkımız, alim ve din görevlisi üzerinden yapılmaya çalışılan imaj yıpratma operasyonlarına çok da prim vermiyor. Ancak bir de “görünmeyen” alanda cereyan eden bir olay var: İsimler üzerinden yürütülen menfi propaganda.

Hatırlarsınız, bir komedyenimizin başrolünü oynadığı bir film vardı. Birisi bir üniversite hocası, diğeri ünlü bir şarkıcı olmak üzere iki tipi canlandırıyordu bu kişi. Üniversite hocasının adını belki de hiçbirimiz hatırlamıyor. Ama şarkıcının adı unutulacak gibi değil: “Abuzer Kadayıf.” Filme adını verecek kadar güçlü bir imajinatif keşif!..

Zevksiz, görgüsüz, kaba-saba, kıllı göğsünün yarısına kadar düğmeleri çözük allı pullu bir gömlek, boynunda ve bileğinde kalınca altın zincir ve künye… Bu tipe başka hangi isim yakışırdı ki!..

Oysa büyük sahabi Ebu Zer el-Gıfârî r.a.’den beri “bizim” olan bu isim, diğergâmlığın, kanaatin, zühdün ve erdemin sembolü idi.

Mafya filmlerinde canlandırılan tiplerin isimlerine bakın bir de: Davut, Beşir, Abbas, İdris, Kara Hamit, Arnavut Remzi, bilmem nereli Rıza…

Yedibela Hüsnü, Arap Celal, Kıl Hamdi, Küçük Hüsamettin, İnek Şaban, Güdük Necmi… isimlerinin zihninizde hangi tipleri canlandırdığını da yoklayın.

Abdülcabbar, Abdullah (Abdo), Murtaza, Cafer… isimleri söylendiğinde hafızalarda ne tür çağrışımlar yapıyor?

Yukarıda örnek olarak sıraladığım –ve şüphesiz daha da çoğaltılabilecek– isimlerin çağrışım alanı ile Berk, Tuğrul, Kaya, İmren, İlayda, Yıldız, Tarkan, Sarp, Seren, Serpil… gibi isimlerinkini karşılaştırın. Neden ilk gruptakiler kabalığın, kültürsüzlüğün, sonradan görmüşlüğün, magandalığın simgesi haline gelmişken, diğerleri bizde böyle çağrışımlar yapmaz?

Burada hırpalanan, yıpranan ve örselenen sadece bu isimler değil, onların ait olduğu dünya ve onların bütünleştiği değer yargılarıdır hiç şüphesiz. Bunun itikadî durumumuz bakımından ne kadar büyük bir tehlike teşkil ettiğini yukarıda görmüştük.

Bu noktada muhtemel bir yanlış anlamaya mahal kalmaması için küçük bir izahat yapalım: Sinema, tiyatro, roman ya da bir başka yapımda yukarıda örneklerini verdiğimiz isimlerle canlandırılan karakterlerin, senaryo, roman, vs. yazarlarının ya da yönetmenlerinin özellikle İslâmi sembolleri yıpratmak maksadıyla üretildiğini söylemiyoruz. Söylemek istediğimiz şudur: Bu isimler o karakterlerin üzerine zaten çoktan oturtulmuş ve toplumsal bilinçaltımızda böyle bir imajinatif algı zaten yer bulmuştur. Yazarların yaptığı, sadece bu imajinatif algıya hitap etmekten ibarettir.

Tuzağa Biz de Düşüyoruz


İslamî sembol ve değerleri yıpratıcı faaliyetlerin, sadece bu ülkenin Batılı hayat tarzını benimsemiş, dinle-diyanetle mesafeli yaşayan kesimi olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. Artık Abdülkerim yerine Kerim, Abdülbaki yerine Baki, Abdürrahim yerine Rahim, Abdülmetin yerine Metin, Abdülaziz yerine Aziz ile yetinenler bizim insanlarımız! Esma-i Hüsna’nın Yüce Sahibinin “kulu” olduğumuzu saklama ihtiyacı hissediyoruz sanki.

Çocuklarına bir İslâm büyüğünün adını koymakla ona çekmesini arzu edenler, bunda bir “teberrük” bulanlar nereye gitti? Eline, diline, beline sahip insanlarımıza ne oldu?

O güzel isimlerle birlikte, güzelliğini biraz da o isimleri taşımalarından alan (ismiyle müsemma) o güzel insanlar azaldıkça, yani hududullaha riayetsizliğimiz arttıkça, yalnızlığımız ve yabancılığımız büyüyor.

Aynı şekilde Allah, melek, ahiret inancını ve bilumum mukaddesatı zedeleyen, “fıkra” adı altında dilden dile dolaşan bir yığın tezvirat, namazlı-abdestli insanların diline de dolanıvermiş durumda.

Benzeri bir durum, 24 saat gençlerimizin dimağına akmakta olan bir kısım müzik eserlerinde de göze çarpıyor. Burada sözünü ettiğimiz sadece cinsellik yanı ağar basan görüntü, söz ve müzikler değil. Belki asıl tehlike, itikadî açıdan büyük tehlikeler taşıyan şarkı-türkü sözlerinde.

Bir “kahpe felek”tir gider şarkı-türkü sözlerinde mesela. O hep kötülük üreten, murat almamızı engelleyen, bizi yokluğa/yoksulluğa mahkûm eden gizemli bir kudrettir. Kendisine güç yetirilemez, olsa olsa ancak sitem edilir ya da yalvarılır. Ne olduğu, mahiyeti çok net anlaşılmasa da, şarkı-türkü sözlerine yansıdığı kadarıyla sanki bir tür “kötülük tanrısı” özelliklerine sahiptir.

Müzik parçalarında “feleğe sitem” kadar yoğun bir şekilde yer alan bir başka motif de “kadere sitem”dir. “Kötü kader”, “kara yazı” gibi deyişlerde kendisini gösteren bu kalıp ifade de en az diğeri kadar yanlış ve tehlikelidir.

İnsan cüz’î irade sahibi olarak neyi nasıl yapacağına kendisi karar verir. Yaptığı işlerden sorumlu olmasının anlamı ve açıklaması da buradadır. Kimse onu bir iş yapması veya yapmaması için zorlamaz.

İrademiz dışında cereyan eden birtakım işler yok mudur? Elbette vardır. Müslüman bunlardan sorumlu tutulmayacağını bilir ve daha da önemlisi, kendi iradesi dışında cereyan eden hadiselerde hep bir “hayır” arar. Zira bilir ki, sonsuz merhamet sahibi olan Allah Tealâ, mümin kulu için kötülüğe, belaya ve şerre razı değildir.

Sonuç Olarak


İçinde yaşadığımız zaman diliminde, genel olarak iletişim vasıtaları, ekonomik güç, bilgi, yönlendirme ve yönetme mekanizmaları, İslâm ve müslümanlar hakkında hayırlı düşünceler taşımayan küresel merkezlerin elinde bulunuyor ne yazık ki.

Bu merkezlerin çok iyi bildiği bir husus var: Müslümanların İslâm ile ilişkisini ne ölçüde zayıflatabilirlerse, yani her türlü değere kaynaklık eden manevi değerleri ne kadar yıpratırlarsa, İslâm coğrafyası ve müslümanlar üzerine o ölçüde hakimiyet kurabilecekler.

Dinî sembol, kavram ve değerlerimize sahip çıkmak zorunda bulunuşumuzun tek sebebi bu değil elbette. Hatta bundan daha öncelikli olarak, bizler mensubu bulunmakla şereflendiğimiz bu dine ne ölçüde layık olduğumuz konusunda yarın ahirette hesaba çekileceğimiz gerçeğinin farkında olduğumuz için bu noktaya hassasiyet gösteririz. Biliriz ki, hakikatin şahitleri olmak ne kadar önemliyse, bu ağır sorumluluğun gereklerini hakkıyla yerine getirmek de en az onun kadar önemlidir.

Semerkand Dergisi – Mayıs 2008