Bu ülkede İslam’ın diğer yönlerini olduğu gibi “cihad” hükmünü ve bu hükmün pratiğini de kendisine “Selefî” diyen kardeşlerimizden öğrenmek durumunda kalmış gençlerimizin sayısı önemli bir yekün oluşturuyor.
Bunda bütün kabahat onların değil şüphesiz. Onlara bunu anlatması gereken bizlerin, yetki sahiplerinin, karar mekanizmalarının başında bulunanların, konuşanların, yazanların.. bu noktada sorumluluğu büyük. Bu noktada kemiyet ve keyfiyet planında daha fazlasının yapılması gerektiği ortada..
Ancak İslam adına öğrenilmesi gereken şeyleri Selefî/Cihâdî diye anılan kesimlerden öğrenme ısrarı gerçekten bir “yoksunluğa” ve “mecburiyet”e mi dayanıyor?
Bu soruya “evet” diyebilmek için bu ülkede bu alanda kayda değer hiçbir çalışmanın yapılmamış/yapılmıyor olması gerekir. Ama hakikat böyle değil. Cihad’ın teorisiyle pratiğiyle hayatın ta merkezinde olduğu bir coğrafya Anadolu. 1071 tarihinden bu yana bu coğrafyada hükümferma olan fetih ve gaza ruhu bugün “Ümmet Coğrafyası”nın büyük bir kesiminin ayakta kalabilmesinin en önemli etkenlerinden biridir.
Sadece bu coğrafya değil, bu coğrafyanın ruhuna sinmiş müstakim İslam çizgisinin hüküm sürdüğü bütün tarihler ve coğrafyalar bu ruhla yoğrulmuş olarak Ümmet’i bugünlere taşımıştır.
- yüzyılda İslam’ı, modern zamanlarda ortaya çıkmış hareket ve fikir akımlarından öğrenme ısrarında olan gençleri, bakışlarını yaşadıkları coğrafyaya çevirmeye davet ediyorum. Burada, buranın geçmişinde bulamadığınız ne oldu da İslam’ı Suud, İran ya da Batı patentli İslam takdimlerinde aramak zorunda kaldınız?
Bu toprakların ekmeğini yiyen, suyunu içen, havasını soluyan insanların önce kendi miraslarını tanıması gerekmiyor mu? Arap kökenli veya başka yerden herhangi bir alimi, hareket ve fikir adamını tanıyıp sevdiğiniz kadar, hatta “en az o kadar” Halil Gönenç’i, Mehmet Emin Er’i, Sadreddin Yüksel’i, Ömer Nasuhi Bilmen’i, Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Ahmed Naim’i, Said Nursi’yi, Mustafa Sabri Efendi’yi, Zahid el-Kevserî’yi…. de (daha gerilere gitmiyorum) kendi metinleri üzerinden tanımış ve onlarla bu anlamda bir aidiyet ilişkisi kurmuş olmanız gerekmiyor mu? Bu bir mükellefiyet, bir ilim ve irfan borcu değil midir?
Denebilir ki: “Bu insanların kimi konulardaki düşüncelerini/yaklaşımlarını doğru bulmuyoruz.”
Ben de derim ki: Arap dünyasından yakından tanıdığınız ve izlediğiniz insanların tamamının fikirlerine/yaklaşımlarına katılıyor musunuz?
Yine denebilir ki: “İslam’ı bu coğrafyaya ve bu coğrafyanın tarihine aidiyet hissetmeyen insanlardan öğrenmenin neresi yanlış?”
Benim hassasiyetimin temelini işte bu sorunun cevabı oluşturuyor.
Benim cevabım şu:
Şurası yanlış:
- İslam’ı Selefî/Cihâdî çizgiden öğrenenler, o çizgiyi temsil edenlerin bu Ümmet’in ana gövdesiyle problemli olduğunu unutuyor. Hicaz bölgesini İngiliz desteğiyle Osmanlı idaresinden ayıranlar sadece idarî/coğrafi bir kopuşu değil, aynı zamanda itikadî, fikrî, kültürel.. olarak da Ümmet’in ana istikametinden ayrılışı öngören bir ideolojik öğretiyle yaptılar bunu. Bu çizgi her ne kadar fikrî olarak İbn Teymiyye üzerinden Ehl-i Hadis’in bir kısmıyla irtibatlansa da, itiraf edelim ki ne İbn Teymiyye ne de daha öncekiler “Ümmet’ten kopuş” üzerine kurulu bir ideolojinin peşinde olmuştur!
- Bu çizgi, temsil ettiği “kopuş” hareketiyle gerçek anlamda bir “diriliş”i, bir “tecdid”i temsil ediyor olsa elbette kimsenin diyeceği birşey olamaz. Burada problem, bu çizgiyi temsil edenlerin büyük bir yekününün, programını, Ümmet’in geri kalanını küfre varan ithamlarla karalama, itibarsızlaştırma ve yok sayma üzerine kurgulamış olmasıdır. Bu temel bir arızadır ve bu hareket varlığını bu arıza üzerine kurmuştur. Benim insanım İmam Ebû Hanîfe (rh.a)’i niçin icazet sistemiyle ona bağlanan ulemadan değil de farklı çizgilerden ve kaynaklardan tanıyınca ortaya Hanefîlerin Ebû Hanîfe’siyle hiç ilgisi olmayan -tabir yerindeyse- “Selefî” bir Ebû Hanîfe’nin çıkması kaçınılmazdır. Bu, bu ümmetin diğer “değer”leri için de aynıyla geçerlidir.
Bu problemin, bu ülkede yaşayan ve bu coğrafyanın tecrübesini, müktesebatını önemseyen bir müslüman olarak beni doğrudan ilgilendirdiği açık.
Bu coğrafyanın insanlarının, sömürge ülkelerinde olduğu gibi kendi değerlerine karşı sağır-kör, hatta “düşman” kesilerek başkasına öykünmesi”nin alkışlanacak yanı olamaz.
Bu ideoloji, gençlerimize ilmî ve tarihsel tecrübemizi kendi süzgeçlerinden geçirerek anlatıyor; onlara farklı bir”kimlik” aşılıyor.
Bu açıkça bir “operasyon”dur ve biz bu operasyonun sonuçlarını bugünlerde ülke olarak en acı biçimde yaşıyoruz. Kendi güvenliğini sağlamak ve dinî, tarihsel, kültürel sorumluluğunun gereğini yerine getirmek için Suriye topraklarında askerî mücadele yürütmek zorunda kalan Türkiye’nin elini zayıflatmak için bizim gençlerimizi intihar bombacısı olarak kullananlar bu ideolojik operasyonun kotarıcılarından başkası değil!
Bu “mankurtlaştırma” operasyonunun kurbanı olan gençler İslam’ı tam da böyle bir “yabancılaştırıcı” etkiyle öğreniyor ve öğrendiği “İslam” onu, kendi halkıyla, kendi ülkesiyle, kendi tarihiyle “cihad etme” noktasına savuruyor!
Bu milletin Batılılaştırılması, Şiileştirilmesi ya da “Selefî”leştirilmesi… hangisi olursa olsun, bu milletin kendi özüne yabancılaştırılması anlamına geldiği için benim açımdan “kabul edilemez”dir.