5/el-Mâide 46. ayette Hz. İsa (a.s)’ın, kendisinden önceki peygamberlerin izleri üzere ve Tevrat’ı tasdik edici olarak gönderildiği ve kendisine, içinde nur ve hidayet bulunan ve takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt olan İncil’in verildiği bildirilmektedir. Burada birkaç nokta üzerinde durulmalıdır:
- Tıpkı Tevrat gibi İncil de Allah Teala katından olduğu için, her iki kitabın da insanlar için “hidayet ve nur” kaynağı olmasından garipsenecek bir husus yoktur. Ancak bu özelliğin, bu iki kitabın tahrife maruz kalmadan önceki muhtevaları için bahis konusu olduğu göz ardı edilmemelidir!
- Burada İncil’in iki özelliğine dikkat çekilmektedir: Hem bütün insanlık için umumen, hem de takva sahipleri için hususen bir hidayet ve nur kaynağı olması.
Bu durum, Kur’an’ın kendisini hem “hüden li’n-nâs: tüm insanlar için hidayet kaynağı” (2/el-Bakara, 185), hem de “hüden li’l-müttakîn: müttakiler için hidayet kaynağı” (2/el-Bakara, 2) olarak tavsif etmesini hatırlatmaktadır. Buradan, bu ilahî kitapların hidayet edici (Hakk’a götürücü) özelliğinin her insan için ayrı seviye ve boyutta tecelli ettiği ortaya çıkmaktadır. Hakikat ile yeni tanışmış olanlar ile iman, amel ve yakîn nokta-i nazarından hayli mesafe kaydetmiş olanlar için ilahî kitapların rehberliğinden istifade etme keyfiyeti elbette farklı boyut ve derinliklerde olacaktır.
- Bu ayetten yola çıkarak İncil’in ya “hiç” veya “Tevrat’tan farklı” ahkâm ihtiva etmediğini söylemek doğru değildir. Dolayısıyla Pavlus Hristiyanlığı’nın, “Şeriat dönemi kapanmıştır” söylemini Hz. İsa (a.s)’ın gerçek mesaj ve tebliğiyle bağdaştırmanın imkânı yoktur.
Kur’an bu noktaya, Hz. İsa (a.s)’ın dilinden şöyle açıklık getirmektedir: “Ben hem Tevrat’tan önümde bulunanı tasdik edici, hem de size (Tevrat’ta) haram edilmiş olan bazı şeyleri helal kılmak için (geldim).” (3/Âl-i İmrân, 50)
- İncil’in Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiş olması, kaynaklarının ve hedeflerinin bir olduğunu gösterir. Esasen bu durum bütün ilahî kitaplar için böyledir. Kur’an da kendisini, “kendisinden öncekileri tasdik edici” olarak tavsif etmektedir. (Mesela bkz. 3/Âl-i İmrân, 3)
Bu nokta üzerinde biraz durmamız gerekiyor.
Gerek bu ayetlerden, gerekse benzer muhtevadaki başka nasslardan, “İbrahimî/semavî dinlerin birliği/kardeşliği” gibi saçma sapan söylemler çıkarmak, en hafif tabiriyle “Kur’an’la oynamak”tır! Eğer İncil gönderilmişse, Tevrat tahrif edildiği içindir ve eğer Kur’an gönderilmişse Tevrat ve İncil tahrif edildiği içindir. Sonra gelen kitabın öncekini “tasdik edici” olması, bu kitapların, tahrife maruz kalmadan önceki halleri itibariyle temel mesajlarının aynı olması anlamındadır.
Yoksa İncil gönderildiğinde Tevrat’ın –gerek lafız, gerekse yorum bağlamında– tahrif edilmiş halini tasdik ettiğini ve Kur’an’ın da hem Tevrat, hem de İncil’in tahrife maruz kaldıktan sonraki halini tasdik ettiğini ileri sürmek aklı başında kimselerden sadır olacak bir fiil değildir.
Tıpkı Tevrat ehlinin Tevrat’ta indirilenlerle hükmetmesinin istenmesi gibi 47. ayette de İncil ehlinin, “Allah’ın onda indirdiğiyle hükmetmesi” istenmektedir.
Burada, Tevrat ve İncil ehlinin, bu iki kitabın “şu anda elde bulunan muhtevasıyla” amel etmelerinin istendiğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Zira elde bulunan kitapların adının “Tevrat” ve “İncil” olması, onların Hz. Musa ve Hz. İsa’ya (ikisine de selam olsun) indirilen ilahî kitaplar olduğu anlamına kesinlikle gelmez.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Eğer Kur’an geldiğinde Tevrat ve İncil tahrif edilmiş idiyse, yukarıdaki ayetlerin Tevrat ve İncil ehlinin, “Allah’ın bu kitaplarda indirdikleriyle” amel etmesini istemesinin izahı nedir? Eğer bu iki kitabın orijinalleri mevcut idiyse Kur’an niçin geldi; değilse burada Tevrat ve İncil ehli “imkânsız” ile mi muhatap kılınmaktadır?
Devamı yarın.
Milli Gazete – 24 Haziran 2006