Bazı okuyuculara “zait” gibi görünse de, öncelikle bir noktayı vurgulamak istiyorum: Ehl-i Sünnet itikadı, onu paylaşanlar için üzerinde hareket edilmesi gereken en gerekli, belirgin ve işlevsel zemindir.
(Bunu söylerken bazı okuyucuların aklından, “Burada “Ehl-i Sünnet” yerine “İslam” denmesi gerekmez miydi?” sorusunun geçtiğini hissedebiliyorum. Ama gerek İslam‘da fırkalaşma hareketlerinin boy gösterdiği ilk dönemler, gerekse günümüz ortamı, “birden fazla İslam” anlayışının bulunabileceği yorumuna gerekçe teşkil eden oluşumları işaret etmektedir. Ehl-i Sünnet ise, Sahabe‘nin Efendimiz (s.a.v)’den ahz ederek özümsediği “hedy“i esas alan çizgi olması dolayısıyla hem göreceliği ortadan kaldırmak, hem de tepkiselliğin doğasından gelen handikapları bertaraf etmek için seçilmesi gereken en doğru zemindir.)
Ehl-i Sünnet‘in Sahabe nesline yaptığı vurgu hem Kur’an ve Sünnet’in emri, hem de “Sahabe tavrı”nın “doğru İslam anlayışı“nın ortaya konmasında vazgeçilmez olduğu için son derece önemlidir. Daha önce de yazmıştım; Hz. Peygamber (s.a.v) terk-i dünya ettikten sonra, O’ndan bizzat öğrendiklerine dayanarak olabilecek en ideal şekliyle bu dini hayata geçiren ilk nesil olması dolayısıyla Sahabe‘nin anlayış ve pratiği bizler için vazgeçilmezdir. Ehl-i Sünnet ulemanın, bu dinin anlaşılmasında temel bir fonksiyon icra eden Usul-i Fıkıh ilkeleri hiyerarşisinde Sahabe kuşağına bir yer açmış olması bu bakımdan hem tabii, hem de gerekli idi.
Bunun anlamı şudur: Eğer Kur’an ve Sünnet‘in anlaşılmasında bir ihtilafa düşülecek olursa ya da hakkında Kur’an ve Sünnet‘in herhangi bir şey söylemediği bir durumla karşılaşılırsa Sahabe neslinin yapıp ettiklerine bakılmalıdır. Ehl-i Sünnet ulemanın, “bid’at” tarifinde, sonradan ortaya çıkan anlayış veya uygulamanın –Asr-ı Saadet‘in yanı sıra– “Sahabe asrında da bilinmeyen bir şey olması” kaydını getirmiş olmasının anlamı burada aranmalıdır. Kısacası Sahabe‘nin “din telakkisi”, bu dinin yaşanmasında idealin yakalanması noktasında ihmal edilemez bir öneme sahiptir.
Tevessül meselesinde söyleneceklerin de bu zemin üzerinde bahse konu edilmesi kaçınılmazdır. Bu din hepimize aynı seviyede hitap eder ve hiçbirimiz onu birtakım şablonlara mahkûm etme hak ve yetkisine sahip değiliz.
Öte yandan, gerek tevessül meselesinde, gerekse başka herhangi bir konuda delillere bakarken nasıl bir zihnî durum yaşadığımız da son derece önemlidir. Acaba delillere kendi anlayışımızı söyletmek niyetiyle mi, yoksa onlara “teslim olmak” üzere mi hareket ediyoruz? Eğer birinci halet üzereysek öncelikle kalbimizi yoklamamız gerekiyor…
Kimse zannetmesin ki tevessüle cevaz verenler, Allah Teala‘dan başkasına dua etmekten sakındıran 10/Yûnus, 106; 13/er-Ra’d, 13-14; 17/el-İsrâ, 56; 26/eş-Şu’arâ, 213; 35/Fâtır, 13-14; 46/el-Ahkâf, 5-6; 72/el-Cinn, 18… gibi ayetlerden habersiz ve “tevhid” ve “şirk” konusunda hassasiyet sahibi değildir!
Acaba “tevessül” kelimesini duyduğunda rahatsızlık hissedenler, tevessülün bütün çeşitlerinin karşısına dikilmekten sarf-ı nazar eden ve bu babda muhalefetin bayrağını taşıyan İbn Teymiyye‘nin de yukarıdaki ayetlerden anladıkları şeyin muhatabı olduğunu düşünürler mi?
(“İbn Teymiyye veya bir başkası beni bağlamaz; ben Kur’an ve Sünnet‘ten kendi anladığım şeyi esas alırım” tavrında olanlara söylenecek söz başka olduğu için burada onlar çerçeve dışı tutulmuştur.)
Yine acaba bu arkadaşlar, tevessül meselesinde –ve diğer tartışmalı hususlarda– “delilin muktezası”nı mı, yoksa bir kısım insanların tatbikatını mı esas aldıkları konusunda kendi içlerinde bir sorgulama yapmışlar mıdır? Avam-ı nastan bazı kimseler aslen caiz/meşru olan bir meselede yanlış bir anlayış ve uygulama içinde ise, yapılacak şey, o meseleden cevaz/meşruiyet vasfını iskat etmek değil, onlara işin doğrusunu göstermektir…
Ve maksada geçmeden önce son bir nokta: Aramızdaki ihtilaflı meseleleri konuşurken birbirimizi “tekfir” etme alışkanlığından kurtulmak zorundayız. Karşı tarafı “anlama” yerine “itham etme” moduna sabitlenmiş bir halet-i ruhiye ile varabileceğimiz bir nokta yok!
Milli Gazete- 9 Ekim 2004