Tebliğ ve Mükellefiyet

Ebubekir Sifil2006, 2006 Yılı, Gazete Yazıları, Ocak 2006, Ocak Ayı 2006 OS, Okuyucu Soruları

Soru:

(…) Bir yaşlı teyze düşünelim; Tıpkı benim ömrünü köyde geçirmiş babaannem gibi bir kadın. Alplerin eteklerinde bir Hıristiyan kasabasında doğar, büyür ve ölür. Son derece iyilik sever, karıncanın hakkını gözeten bir kadındır. Bildiği iman ettiği dinini tıpkı benim babaannem gibi çok da sorgulamadan yaşamış dindar bir kadın olarak vefat etmiştir. Şimdi benim babaannem cennete giderken bu kadıncağız cehenneme mi gidecektir? Bu kadına git dünya dinlerini araştır da en iyisini bul mu denmelidir? Her ne kadar İslam dinini ve peygamberimizi kulaktan dolma bilgilerle yalanlasa da doğru dürüst ve sıhhatli bilgiye sahip olmadığı için mazur görülmesi gerekmez mi? Bediüzzaman’ın (kusura bakmayın yerini hatırlayamıyorum aklımda kaldığı kadarıyla) Gazaliyle desteklediği fetvasına göre İslam’ı duymak üç şekilde olur: Ya hiç duymamak, ki mesuliyet olmaz. Ya sadece ismini duyup bir yalancı veya bir bilge olduğunu sanmak, ki Bediüzzaman ve Gazali Allahu alem ehli necattırlar diyor. Ya da tam haberdar olmak, ki bu durumda peygamberimizi inkar gibi bir şey düşünülemez. Hep beni düşündüren, “dünyadaki bu kadar insan isminden başka bir şeyini bilmediği İslam’a dahil olamadı diye külli cehenneme mi gidecekler?” Sorusunu yukarıdaki fetva cevaplıyor diye düşünüyor ve ruhumu yoran bu sıkıntıyı bertaraf ettiğimi düşünüyorum. Tabii benim düşüncelerim bir alimin sözüne dayanmadıkça hiçbir mana ifade etmez kuşkusuz. Şimdi Bediüzzaman’ın bu husustaki sözlerini bu manada anlamak gerekmez mi? Ki bir başka yerde yine kendisi imanın altı şartından sadece birini inkar edip de diğerlerini tasdik edenin nasıl cehennemlik olduğunu anlayamayan bir şahsa verdiği uzun cevap, Said Nursi’nin Kuransız ve Hz. Muhammetsiz bir dini asla necat sebebi görmediğinin bedihi bir delilidir kanaatimce.

Cevap:

Benzeri bir soruyu “Okuyucu Soruları” serisinin 6.sında (12 Kasım 2004’ten itibaren) 3 yazı halinde cevaplamaya çalışmıştım. İmam el-Gazzâlî’nin, soruda değinilen ifadesi de orada geçmişti. Özeti şu: İslam’dan haberdar olamamış kimseler muteber bir inanca sahip olmamakta mazurdur. İslam’dan “hakkıyla” haberdar olamamış kimseler muteber bir inanca sahip olmamakta “inşaallah” mazurdur.

Bu tür sorular sorulurken örneklerin Hristiyanlık’tan seçilmesi çok da isabetli değil. Zira Hristiyanlığın hakim olduğu coğrafyalarda muvahhid bir çizgi tarih boyunca hemen hiç kesintiye uğramadan hep var olagelmiştir. (Bu konuda bir yazı için bkz. Semerkand dergisi, Ağustos-2005 ya da http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=82)

Bugünlerde muttali olduğum, Harun Yahya imzalı bir eser, Hristiyanlık hakkında derli-toplu malumat ihtiva etmesi bakımından gerçekten istifadeye şayan: Hz. İsa Allah’ın Oğlu Değildir Allah’ın Peygamberidir.

Hz. İsa (a.s)’ın tebliğ ettiği Tevhid’in Hristiyanlığa dönüşmesini oldukça güzel bir şekilde tahlil eden bu çalışmada, Hristiyanlığın hakim olduğu coğrafyalarda tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Tevhid eksenli yapılanmalar bulunduğu, yerli ve yabancı kaynaklara dayanılarak anlatılıyor. Eğer Hristiyanlık hakkında bilgi sahibi değilseniz, bu çalışmayı okuduğunuzda, Dinlerarası Diyalog faaliyetlerini yürüten bir kısım çevrelerin, “Kur’an okuyan Hristiyanlar” söylemiyle, esasen muvahhid çizgide bulunan kimi Hristiyan akım ve kişiler üzerinden bir manipülasyon yürütmeye çalıştıklarını fark edeceksiniz. Arius’tan veya Michael Servetus’tan bahsetmeden “Falanca hristiyan Kur’an’dan çok etkilendiğini söylüyor” tarzı aktarımlar, Müslümanlar’a Katolik, Ortodoks veya Protestan hristiyanlığa, yani “şirk”e “ılımlı” bakmayı telkin anlamına geliyor…

Milli Gazete – 2 Ocak 2006