Sünni-Şii İhtilafı-6

Ebubekir Sifil2008, 2008 Yılı, Gazete Yazıları, Kasım 2008, Kasım Ayı 2008 OS, Okuyucu Soruları

  1. Vahdetin yaranmasında alimlerin vazifesi nelerdir?

Ümmet’in birliğinin temini konusunda alimlere şüphesiz çok önemli görevler düşmektedir. Bunların başında, birlik-beraberlik meselesinin Ümmet için hava kadar, su kadar önemli olduğu gerçeğini seslerinin ulaşabildiği her noktaya ulaştırmak ve hür mü’mine bu zarureti kavratmak gelmektedir.

Ancak birlik-beraberliğin gerçekçi bir zemin üzerine kurulması gereği de bir başka gerçek olarak karşımızda duruyor. Yusuf el-Karadâvî, Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin başkan yardımcılığına bir şiiyi getirerek, Şiilerle birlikte çalışma iradesini en üst seviyede izhar etti ve bunu yıllarca devam ettirdi. Ancak gelinen noktada iyi niyet izharının çok da işe yaramadığı açıkça görülüyor.

Bu noktada şii alimler üzerine düşen en öncelikli görev kanaatimce şudur: Nasıl sünnî alimler Şiiler arasında Sünniliğin yayılması için özel bir gayret göstermiyorsa, şii alimler de Şiiliğin Sünni coğrafyada yayılması için gayret göstermekten vaz geçilmesini kabul ve kendi çevrelerine telkin etmelidir.

İkinci olarak devrimle birlikte önemli ölçüde revizyona tabi tutulan, daha doğrusu devrime, revizyona tabi tutulmuş haliyle imkân veren “takiyye” inancı, Ümmet’in birlik-beraberliği için de benzer şekilde revize edilmeli, hatta mümkünse tamamen ortadan kaldırılmalıdır.

Üçüncü olarak Şiiler, –başta ilk üç halife ve Hz. Aişe validemiz (Allah Sahabe’nin hepsinden razı olsun) olmak üzere– Sahabe aleyhinde kendi kaynaklarında yer alan rivayet ve hükümleri gözden geçirmeli, kaynaklarını bu türlü rivayet ve hükümlerden temizlemelidir.

Daha önce de yazdığım gibi bizzat Şii oluşumlar içinde bunun zemini vardır ve Şiiler samimi bir niyetle bunu gerçekleştirmek üzere adım attığında, kendi geçmişlerinde bu alanda daha fazla veri bulacaklardır.

  1. Mezhebden İslam’a açılmak için ne yapmak gerekir?

Bu, yanlış kurgulanmış bir sorudur. Burada kastedilenin “itikadî mezhepler/fırkalar” olduğunu belirterek söyleyelim ki, her din anlayışının, meşruiyetini aldığı bir zemin vardır. Bu zemin, yapısı icabı sübjektiviteden olabildiğince uzak olmalıdır. Hemen bütün itikadî fırkalar Kur’an ve Sünnet’e dayandıklarını söylediklerine göre, ortada şöyle bir durum var demektir: Ya Kur’an ve Sünnet bu çoklu yapıya izin veren izafîliktedir, ya da bu fırkaların, bu iki kaynak hakkındaki görüşlerinin doğruluğu kanaatini aldıkları üçüncü bir hiyerarşik unsur olmalıdır.

Bu ihtimallerden ilki (ki fırkaların –birbirine zıt olanlar dahil– bütün itikadî kabullerinin Kur’an ve Sünnet tarafından onaylandığı anlamına gelmektedir) herhangi bir fırka tarafından onaylanmadığına göre, geriye ikinci seçenek kalmaktadır. Buna göre her itikadî fırka, kendi Kur’an ve Sünnet anlayışının doğruluğunu üçüncü bir unsura dayanarak temin etmektedir. Bu unsur hiyerarşik olarak Kur’an ve Sünnet’in altında olmakla birlikte, onlar üzerinde izafî yorumlar yapılması imkânını ortadan kaldırması, onların murat ve maksadını netleştirmesi bakımından son derece önemlidir.

Şia’ya göre bu unsur Ehl-i Beyt ve ona bağlı olarak “masum imam” inancıdır. Ehl-i Sünnet ise, bu unsuru (Ehl-i Beyt’i) da içine alacak ölçüde daha geniş ve gerçekçi bir unsura yaslanmaktadır: Sahabe. Şia, azınlık bir grup dışında Sahabe’nin geneli hakkında olumsuz kanaat sahibi olduğu için, Din’in gerçekçi biçimde yaşanması bakımından bu alanda oluşan boşluğu başka unsurlarla kapatma ihtiyacından dolayı “masum imam” inancını geliştirmiştir.

Pek çok şii metinde, Sahabe’nin adaletine inanmanın bir “iman unsuru” olmadığı vurgulanırken, aynı şeyin “masum imam” inancı için de geçerli olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir.

Devam edecek.

Milli Gazete – 9 Kasım 2008