Rıhle’nin yolculuğu devam ettiği sürece, geçtiği her dönemeci bu köşeye taşımaya, her heyecanımızı sizinle paylaşmaya devam edeceğim.
Yayıncılık açısından yaz aylarının “ölgün” geçtiğini bilenler bilir. Bizim için bu süreç biraz daha ağır yaşanıyor. Rıhle, herhangi bir sayısını, gerek dosya konusu, gerekse yazıların muhtevası bakımından “sıradanlık”la ifade edilecek kalite ve seviyede “geçiştirmek” gibi bir niyeti de lüksü de olmayan bir dergi. Son iki sayısını bu sebeple birlikte çıkarmayı tercih ettik. Seçtiğimiz konunun çok boyutlu olmasının rolü de unutulmamalı elbette…
Birleştirilmiş son iki sayıda “Dünya-Ahiret Dengesinde Fıkıh ve Hayat” konusunu kapak yaptık. Bu cümlenin “Fıkıh” ile “Ahiret” arasındaki irtibatı vurgulayan kurgusuna bilhassa dikkatinizi çekmek isterim. Modern zamanlarda Fıkh’ı, ağırlıklı olarak bu dünyadaki hayatı sıkıntısız biçimde yaşamamızı sağlayacak bir mekanizma olarak görme eğilimine girdik. Kolaylaştırılmış, ruhsatlara dayalı, içinde bulunduğumuz ahvali “keyfimizi kaçırmadan” onaylayacak bir yapıdan başkasına razı olmayacağımızı açıkça ifade eder hale geldiğimiz için “gaî yorum”, “makasıd fıkhı”, “tarihselcilik”, “geleneksel anlayış”… gibi tabir ve terkipleri dilimizden düşürmez olduk.
Oysa Fıkıh, evvelemirde bizi Allah Teala’nın rızasına nail kılacak biricik zemin olarak algılanmalıydı. Bu maksat her şeyin üstünde ve ötesindeydi; her şeye takdim edilmeliydi. Onun bu hayatta bize sağlayacağı “maddî/dünyevî avantajlar” kabilinden her şey, ikinci-üçüncü derecede önem arz ediyordu.
Modern zamanlarda içine sokulduğumuz Batılılaşma süreci; dünyayı, hayatı, varlığı ve elbette Din’i, Batılı gibi telakki etme virüsünün de bünyeye musallat olmasını intaç etti kaçınılmaz olarak. Bu, “sekülerleşme” dediğimiz vakıadır ve sekülerleşme, aslında bu hayatı “ilahî iradeye rağmen” bildiğimiz gibi yaşama ısrarının adıdır. “Tuğyan”dır yani. Batılıyı Batılı yapan birkaç karakter özelliğinden biri, hatta en önemli ve temel olanı budur.
Rıhle bu süreçte yaşadığımız dönüşümün Fıkıh algımız üzerindeki tezahürlerini, bu vasatta uğradığımız kırılmayı ele aldı bu defa. Dosya yazıları Talha Hakan Alp, Orhan Ençakar, Dr. Muharrem Önder, Prof. Dr. Salâh Muhammed Ebu’l-Hâc ve bendeniz tarafından kaleme alındı.
Soruşturma kısmına katkı veren isimler ise Hüsnü Aktaş, Prof. Dr. Kays b. Muhammed Âl-i Şeyh Mübârek, Prof. Dr. Orhan Çeker ve Prof. Dr. Ahmed el-Haccî el-Kurdî hocalardan oluşuyor.
Prof. Dr. Tahsin Görgün’ün birkaç sayıdır devam eden “İslam ve Modernizm: İslam Modernizmi Neye Tekabül Ediyor?” başlıklı enfes yazısının son bölümü, Prof. Dr. Orhan Çeker’in Endülüs izlenimleri, Dr. Serdar Demirel’in Şia ve Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilaflarda Sünnet algısındaki farklılıkların rolünü işleyen çalışması ve Murat Türker’in, dünya merkezli Müslümanlık anlayışının karakter yapısını “dava adamı” ile “stratejist” arasındaki fark üzerinden irdeleyen tahlili serbest yazılar kısmını oluşturuyor.
Dâru’l-Hikme’den yetkin bir kalemin, M. Fatih Kaya hocanın, VII/XIII. asır ricalinden müfessir, fakih, zahid İmam el-Kevâşî’nin tefsir konusundaki eserlerini konu edinen Arapça makalesi bu sayıya ayrı bir tat veren serbest yazılar cümlesinden olarak müstakillen zikredilmesi gereken bir çalışma.
Muhammed Avvâme hocayla (Allah kendisine uzun ve sağlıklı bir ömür ihsan eylesin) yapılmış tam anlamıyla “ufuk turu” tadındaki mülakat ve Hüseyin Kutlu hoca ile sanat ekseninde varlık ve medeniyet anlayışımızı dikkate sunan mülakat, bir arada bulunması hayli zor iki güzellik.
İntikâd bölümünde Daru’l-Hikme’nin genç hocalarından Abdülkadir Yılmaz’ın Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’nun İmam eş-Şâfi’î’nin er-Risâlesi’nin şekil ve muhteva açısından tenkidini konu edinen sıkı eeştirisi ile Tunus Hakimi Şeyh İsmail es-Sefâihî’nin Musa Carullah’ın “zühd” anlayışını eleştiren yazısı yer alıyor. Hikemiyat, Kitabiyat ve Tezakir bölümleri de Rıhle yoldaşlarının farklılığını yakından bildiği fevaid ve nefaisi havi.
Rıhle’nin 216 sayfa hacmindeki bu sayısından bir yazı çerçevesinde ancak bu kadar bahsedebildim. Fazlası için dergiyle bizzat hemhal olunması gerekiyor.
Bu kadar çok koldan ve bu derece yoğun bir şekilde icra-i faaliyet eden ifsadat erbabının yol açtığı tahribatın, hak ettiği seviye, ciddiyet ve etkinlikte mukabele gördüğünü söylemek hayli zor. Ne zaman ki Rıhle, okuyan-yazan herkesin kalbine, dünyasına, kütüphanesine girecek kemiyete ulaşır, ancak o zaman vazifemizi kısmen yerine getirdiğimiz kanaatini taşımayı hak edebiliriz.
Unutmayın, marifet iltifata tabidir…
Milli Gazete – 28 Eylül 2009