Soru
25 Aralık 2005 tarihli yazınızda şöyle demişsiniz:
“Rabıta’yı, müridin, yeni girdiği seyr-ü sülûk sürecinde, her haliyle örnek aldığı üstadını tahayyül ve tasavvuruna yerleştirmek, kendisini ona benzetmeye çalışmak ve onu yokluğundayken yanındaymış gibi düşünerek tavr-u ahvaline ve düşüncelerine çeki düzen vermek olarak anlıyor ve bunda da bir sakınca bulunmadığını düşünüyorum.”
“Keşke rabıtayı kendi anladığınız gibi değil de rabıtayı yaptıranların anlattığı şekilde değerlendirseydiniz. Mesela İsmailağa cemaatinin çıkardığı kitapta rabıta tarifi şu şekilde:
“Rabıtanın en üstün derecesi, iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakmaktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvarmak ve onu Mevlâ ile kendi arana vesile kılmak üzere, mürşidin ruhaniyetinin hayal hazinesine girip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşünüp, senin de peşinden yavaş yavaş oraya aktığını ve indiğini hayal ederek, şeyhini, kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmemektir” (Ruhu’l-Furkân, c. II, s. 79)
“Peki hocam rabıta bu şekilde anlayanlar için bir sakınca teşkil eder mi? Zira rabıta yapanların sizin anladığınızdan çok adı geçen kitabın yazarlarının anlayışlarına daha çok rağbet ettiği kesin.”
Cevap
Rabıta konusunda benim söylediklerimle burada nakledilen tarif –ki Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s)’ye aittir– arasında bir “zıddiyet” bulunmadığını söyleyerek başlayalım. Zira her iki yaklaşım da salikin, şeyhini tahayyül ve tasavvuruna yerleştirmesi esasına istinat etmektedir.
Nihai amaç, şeyhin örnekliğinden ve rehberliğinden istifade etmek, manevî inkişaf sürecinde şeyhi de rabıtayı da vesile kılarak asıl maksuda vasıl olmaktır. Zaten Mevlana Halid (k.s)’in Rûhu’l-Furkân’da yer alan sözlerinin devamında da bu husus açıkça belirtilmektedir.
Burada okuyucunun takıldığı nokta, “şeyhin mürid tarafından Mevla ile kendisi arasında vesile kılınması” hadisesi olsa gerek. Eğer mesele buysa, burada detayına giremeyeceğimiz “tevessül” meselesinin cevazı veya adem-i cevazı gündeme gelecektir. Bu konu için daha önce bu köşede kaleme aldığım yazılara bakılmasını tavsiye edeceğim.
Eğer okuyucunun takıldığı nokta bu değil de, bütünüyle bu tarifte anlatılan sürecin “imkânı” ise, bunun bir tecrübe işi olduğunu hatırlatmak durumundayım. Felsefe’yi bir Felsefe talebesi olarak bizzat öğrenme sürecine giren İmam el-Gazzâlî’nin yaptığı gibi, eğer burada anlatılan sürecin yaşanmasının mümkün olup olmadığı merak ediliyorsa, yapılması gereken şey, bu tecrübenin bizzat yaşanmasıdır.
Bütün bunları söylerken –her meselede olduğu gibi– rabıta konusunda şu veya bu çevrede müşahede edilen birtakım yanlış uygulamaların işin özüyle örtüşüp örtüşmediğiyle ilgileniyor değilim. Zira burada konuştuğumuz mesele işin aslî yanıdır. Şu veya bu şekilde istismar konusu yapılması ya da kötü örnekliklerin yaşanıyor olması, meselenin aslına taalluk etmez.
Not: 6 Ekim Cumartesi günü Sultanahmet kitap fuarında Kayıhan standında olacağım inşallaah. Görüşmek dileğiyle..
Milli Gazete – 30 Eylül 2007