Bir önceki yazıda Hz. Musa (a.s)’ın adam öldürmesi meselesi üzerinde durmuştuk. Sorunun, Hz. İbrahim (a.s)’ın üç yerde yalan söylemesine müteallik ikinci kısmına gelince, söz konusu üç husustan ikisi Kur’an’da zikredilmiştir. Bunlardan ilki hasta olduğunu söylemesidir: “Derken yıldızlara bir göz attı. “Ben hastayım” dedi.”[1]37/es-Sâffât, 89-90. İkincisi, putları kırdıktan sonra kavminin, “Sen mi yaptım bunu tanrılarımıza ey İbrahim?” diye sorması üzerine, “Belki şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!” demesidir.[2]21/el-Enbiyâ, 62-3.
Sahih bir rivayette Hz. İbrahim (a.s)’ın söylediği üçüncü yalan olarak, eşi Sâre validemiz hakkında “Kardeşim” demesi zikredilmiştir.[3]el-Buhârî, “Tevhîd”, 19, 24; Müslim, “İman”, 322, 6-7…
Ulemanın öteden beri üzerinde pek çok zaviyeden durduğu ve çeşitli şeyler söylediği bu üç hadise e ayrı ayrı ele alındığında şunlar söylenebilir:
- “Ben hastayım” demesi.
Burada Hz. İbrahim (a.s)’ın gerçekten hasta olup olmadığı, hastaysa hastalığının mahiyeti ve derecesi… gibi hususlar hakkında herhangi bir şey zikredilmemiştir. Dolayısıyla bu ifade, Hz. İbrahim (a.s)’ın gerçekten hasta olduğunu anlatıyor olabileceği gibi, yıldıza bakarak söylediği için ileride hasta olacağına işaret ettiğini yahut kavminin içinde bulunduğu şirk dolayısıyla ruhen rahatsı, hüzünlü ve kederli olduğunu anlatıyor olabileceğini söylemek de mümkündür.
- Putları kırma işini büyük putun yapmış olabileceğini söylemesi.
Burada da bildiğimiz ve günlük dilde kullandığımız anlamda bir “yalan”dan söz etmek mümkün görünmüyor. Zira ayetin üslubundan, Hz. İbrahim (a.s)’ın, müşriklerin inançlarındaki tutarsızlık ve mantıksızlığı ortaya koymak için böyle bir ironiye başvurduğu açıkça anlaşılmaktadır.
- Hz. Sâre validemiz için “kardeşim” ifadesini kullanması.
Hadisenin geçtiği Mısır’da o an için Hz. İbrahim (a.s) ve Sâre validemizden başka mü’min bulunmadığı, ilgili rivayetlerde tasrih edilmektedir. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s) eşi hakkında kullandığı “kardeşim” kelimesi ile “din kardeşliği”ni kast etmiştir.
Hasılı her üç yerde de tevriye ve tariz yollu bir anlatım bulunduğunu söylemek –Allahu a’lem– en doğrusudur. Ancak burada çözülmesi gereken bir problem kalıyor: Eğer bunlar kelimenin gerçek anlamıyla “yalan” değilse, Efendimiz (s.a.v) tarafından niçin “yalan” olarak nitelendirilmiştir?
Buna, “Hasenâtu’l-ebrâr seyyiâtu’l-mukarrebîn” (Ebrâr mertebesinde bulunanlar için sevap olan şeyler, daha üst merhaledeki “Mukarrebun” için küçük günah mesabesindedir) gerçeği ile cevap vermek mümkündür. Yani aslında sıradan insanlar için “yalan” olmayan söz konusu üç husus, bir peygamber için “yalan” olarak nitelendirilir ve o peygamber de –rivayetlerde de geçtiği üzere– bunu büyük bir kusur olarak görüp mahcubiyet duyar.
Bunların gerçek anlamda birer “yalan” olduğunu bir an için kabul etsek bile, yalan söylemenin caiz, hatta vacip olduğu durumlar bulunduğu malumdur. Zaruriyyat-ı diniyyyeden herhangi birisinin bir tasalluttan muhafazası bunların başında gelir.
Fahruddîn er-Râzî, bu meseleler üzerinde dururken hayli detaylı yorumlar yapar. Sonunda da, bir peygambere yalan isnad etmektense, ilgili rivayeti nakledenlerin hata yaptığını, dolayısıyla rivayetin güvenilmez olduğunu söylemenin daha doğru olduğunu söyler.
Ancak rivayeti makul bir şekilde tevil etme imkânı bulunduğu sürece reddetmemek gerektiği açıktır. Zira bunun sonucu, aklımıza yatmayan rivayetlerin reddedilmesi gibi bir vehamete çıkar!
Allahu a’lem.
Milli Gazete – 5 Ağustos 2007