Müteferrik

Ebubekir Sifil2003, 2003 Yılı, Gazete Yazıları, Kasım 2003, Kasım Ayı 2003 OS, Okuyucu Soruları

Soru


Altın ve ipek (erkeklere) niçin haram kılınmış olabilir? Tek sayıların çift sayılara ve sağın sola üstünlüğünün mantığı nedir? (Örneğin helaya sol, mescide sağ ayakla girmek vs.)

Cevap


Gerek bu köşede, gerekse başka yerlerde bir hususu ısrarla vurgulamaya çalışıyorum: Mü’minlerin Kur’an ve Sünnet’le ilişkisi, bu iki kaynağı, “anlamak”tan başlayıp, onları “içselleştirme”ye kadar giden bir süreci içerir. Burada “içselleştirme” kelimesiyle ifade ettiğim vakıa, Kur’an ve Sünnet’in mü’minde “tecessüm” etmesi tarzında kendini gösterir. “Kur’an’dan başka kaynak tanımayız” teranesi ile piyasada arz-ı endam edenlerin “atladıkları” nokta işte burasıdır. Bu zevatın “Kur’an’ı anlamak”tan anladıkları ile bizim anlayışımız bu noktada farklılaşıyor. Onlar “rasyonel anlama”dan söz ediyor; bizse Kur’an ve Sünnet’in, bedenin merkezi olan “kalbe nüfuzu”ndan bahsediyoruz. Eskilerin tabiriyle kalp “nazargâh-ı ilahî” olduğu için oraya nüfüz eden her şey bütün bedeni etkisi altına alır ve insana hükmeder.

İmam ed-Debûsî’yi anmanın tam sırasıdır. el-Emedu’l-Aksâ‘da –anlam olarak–şöyle der: Beden, bir raiyyedir ve iki farklı yönetici tarafından sevk-ü idare olunur: Nefis ve Ruh. Nefis dünya kaynaklıdır; ruhu bilmez, inkâra meyillidir ve ölümle birlikte fena bulur. Ruh ise Allah Teala canibindendir; nefsi bilip tanır ve Yüce Allah’tan geldiği için ölümle fena bulmaz.

Baş (beyin) ve kalp de bu iki zıt idarecinin vezirleridir. Baş (beyin) nefsin, kalp ise ruhun veziridir. Baş (beyin) ancak duyu organlarıyla iş görür. Bunlarla da ancak dünya menfaatlerine ulaşılır. Kalp ise akıl nuru ile nazar eder. Onun nazarı, mugayyebat hakkında teemmül etmektir.

Bedene, mezkûr iki zıt yöneticiden hangisi hakim olursa, bu vezirler onun etkisi altına girer…

İmam ed-Debûsî’nin veciz ifadelerle tafsil ettiği bu meselenin bahsimize taalluku şuradadır: Bizi hakikate ulaştıracak olan, vahiy üzerinde kalp vasıtasıyla sarf-ı mesai etmektir. Bu, alışılagelmiş anlamıyla “düşünmek”ten ve “hüküm istihracı”ndan çok farklı bir süreçtir ki, bu yazının ister istemez Cumartesi’ye sarkacak olan kısmında bu süreci yine İmam ed-Debûsî’nin bir başka eserinde yer alan nefis bir tesbitle yakalamaya çalışacağız birlikte. Burada şu kadarını söyleyelim ki, vahye rasyonel akıl ile yaklaştığımız sürece varacağımız sonuç hep “sanal”, yanıltıcı ve kuşkuyla malul olacaktır.

Altın ve ipeğin erkeklere haram kılınmasının illeti hakkında Şari’in bir açıklaması olmaksızın söylenecek olan şeyler “zan”dan öte bir anlam ifade etmez. Ulema, altın ve ipeğin erkeğe –tafsilatı Fıkıh kitaplarında ve Hadis şerhlerinde görülecek keyfiyette– haram kılınmasını, kadınlara benzemek, dünyaya meyletme tehlikesine düşmek, gayrimüslimlere benzemek, gurur ve kibire kapılma riski, ahirette (cennette) ipek giymekten mahrum kalmak… gibi gerekçelerle açıklamış ise de, “en doğrusunu Allah Teala bilir” kaydıyla, bu sebeplerin hepsi aynı anda geçerli olabileceği gibi, bu hükmün bizim idrak sınırlarımızın ötesinde başka hikmetleri olabileceğini söylemenin de yanlış olmayacağı umulur.

“Vürûdu’l-imdâd bi hasebi’l-isti’dâd” (yardım almaya ne kadar hazır, layık ve ehil iseniz,. o kadar yardım görürsünüz) fehvasınca hakikatin kendisini bize açması, bizim ona istidadımız, liyakatimiz ve hazırlığımız ölçüsünde olacaktır, fazla değil. Evliyaullah’ın, haramlar ve mekruhlar şöyle dursun, mübahlardan bile olabildiğince uzak durma ve farzların ötesinde müstehaplara bile alabildiğine hassasiyet gösterme tavrı, konumuz bağlamında hakikate ermenin ancak böyle bir titizlikle mümkün olduğunun ifadesi olarak okunmalıdır. Zira mezbelelikte nasıl gül bitmezse, vahyin bizde hasıl etmesi beklenen dönüşüm de ancak kalbimizin buna uygun, hazır ve elverişli bir zemin teşkil etmesi ölçüsünde olacaktır…

Bir önceki yazıda(yukarıdaki [1]Web editörü.), İmam ed-Debûsî’nin, bizim “anlama” deyip geçiverdiğimiz ameliye hakkındaki nefis tesbitini aktaracağımı söylemiştim: O, Takvîmu’l-Edille isimli Usul-i Fıkıh kitabının en sonunda açtığı bir “bab”da bizi şaşırtma tavrını sürdürür ve gerçekten de önümüze açtığı bu “kapı”da, kalbin ilme vasıl olmadan önceki ve vasıl olduktan sonraki ahvali hakkında son derece çarpıcı şeyler söyler. Tamamını burada aktaramayacağım –ama mutlaka okunması gereken– ifadelerinde özetle şöyle der:

İnsan doğduğu zaman akıldan mahrum deli mesabesindedir. Akledecek seviyeye geldiğinde akıl yürütmeye kadir olur ise de, bunu yapmadığı sürece “cahil”dir. Olay ve olgulara zayıf bir nazarla baktığı zaman elde edeceği şey, sadece “şüphe”dir. Biraz daha kuvvetli, ama tam olmayan bir nazarla baktığı zaman, nazar ettiği şey hakkında kendisinde “zan” hasıl olur. Kâfirlerin putları ilah edinirken bulundukları seviye budur. Bunlar kişide gerçek anlamda “ilim” bulunmadığı zamanki safha ve seviyelerdir.

Kişi delillere bakacak seviye ve kabiliyete eriştiğinde kalp ilme vasıl olmanın ilk adımını atar. Bu seviyede kişide hasıl olan şey, “re’y-i galib”dir. İçtihad ile verilen hükümlerin durumu böyledir. Buna “ilim” denmesi mecazi bir anlatımdır; zira burada hata ihtimali mevcuttur.

Bunun bir adım ötesi, delillerden hareketle varılan sonucun, şüpheden hali bir netlikle kesinlik kazanması seviyesidir. Bu noktada kalp için “hak” ortaya çıkmış demektir ki, “gerçek ilim” budur. Gözün, gördüğü şeyden şüphe etmemesi böyledir.

Bunun bir merhale sonrası ise, söz konusu ilmin “itikad”a dönüşmesi halidir.

Bilgi konusu olan şeye kalbin ünsiyet etmesi ve onu “benimsemesi”, bu bilgiyi “marifet”e dönüştürür. Marifet, “fikir”in zıddıdır ve “ilim”den üstündür. Çünkü marifette, bilgi konusu olan şeye karşı ünsiyet ve onu benimseme vardır.

Marifet aşamasında kişi, bilgi konusu olan şeyin sadece zahirî veçhesini yakinî olarak bilmekle kalmaz, aynı zamanda onun “iç/batınî” anlamına da nüfuz eder ki, “hikmet” dediğimiz şey budur.

Bu iç/batınî anlamın bilgisi kişide bir haz ve lezzet oluşturduğunda artık o bilgi “fıkıh” adını alır. Kur’an’ın gerçek manada anlaşılma seviyesi de işte budur. İbn Abbâs (r.a)’ın, Kur’an’da geçen “hikmet” kavramını “fıkıh”la tefsir etmesinin esprisi budur..

“Sağ”ın “sol”dan üstünlüğü konusunu, harc-ı alem bir şeyler söyleyerek geçiştirmek mümkün olduğu halde bu kadar önemsememin sebebi şu: Modern varlık anlayışı –gerek kaynağı, gerekse yansımaları itibariyle– son derece tartışmalı bir şekilde “eşitlik” kavramı üzerinde şekillendiği halde, Yüce Allah’ın bazı şeyleri diğer bazılarına üstün kılmış olması gerçeği bizim varlık telakkimizin temellerinden birini oluşturur. Aylar içinde Ramazan’ın, haftanın günleri içinde Cuma’nın, geceler içinde Kadir Gecesi’nin, mekânlar içinde Harameyn’in, mescidler içinde “üç mescid”in (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa), insanlar içinde peygamberlerin, hatta onlar içinde resullerin ve onlar içinde de “ulu’l-azm” olanların… diğerlerine üstün kılınmış olması, modern/rasyonel varlık anlayışıyla asla izah edilemez. Bu fıtrî/ontolojik farklılık realitesi, bir yandan –kendi varlığımız da dahil olmak üzere– varlıklar aleminde insanın belirleyiciliğine açık alanların son derece sınırlı olduğuna dikkatimizi çekerken, diğer yandan varlık/zaman/mekân anlayışımızın her zaman belli çekim merkezleri etrafında şekillenmesini, istikrar bulmasını ve sürekli beslenmesini temin eder.

Bu bağlamda ahirette amel defterini sağ tarafından alacak olanların (“ashâbu’l-yemîn”) saadete, sol tarafından alacak olanların (“ashâbu’ş-şimâl”, “ashâbu’l-meş’eme”) azaba müstehak kimseler olması da, tamamen varlığa hakim kılınan kategorizasyonun bir tecellisi olarak algılanmalıdır. Bu fıtrî gerçeklik sebebiyledir ki Efendimiz (s.a.v), yeme-içme, temizlik, alış-veriş gibi hususlarda sağ elini kullanıp, mescide, eve girerken önce sağ ayağını atarken; istincayı sol eliyle yapar, mescitten, evden çıkarken sol ayağıyla çıkardı. Sağın sola üstünlüğü, sadece bu çok bilinen örneklere mahsus değil elbette. Namaz kılarken sağ elimizi sol elimizin üstünde bağlamamız, namazdan çıkarken önce sağ tarafa selam vermemiz, yatağa yatarken sağ yanımız üzerine yatmamız… hep aynı telakkinin yansımalarıdır.

Bizim varlık telakkimizde “sağ”, “hakk”ın ve “hakikat”in simgesidir. Böyle olduğu içindir ki Kur’an, batılın liderleri tarafından aldatılarak azaba sürüklenenlerin, hesap günü kendilerini aldatanlara şöyle diyeceklerini haber veriyor: “Siz bize sağdan gelirdiniz.”[2]37/es-Sâffât, 28. Bunun anlamı şudur: İnsanları aldatıp saptıranlar, daima hakkın ve hakikatin temsilcisi kisvesindedir, suret-i haktan görünür ve batılı hakk rengine boyayarak görev yapar. Mesele, “Kendilerine “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” dendiğinde, “Biz ıslah edicileriz” derler”[3]2/el-Bakara, 11. ayeti ile irtibatlı düşünüldüğünde daha bir netleşmektedir…

“Tek”in “çift”e üstünlüğünü de aynı bağlamda değerlendirmek gerekir. Efendimiz (s.a.v)’in, “Allah tek’dir; teki sever” (el-Buhârî, Müslim, et-Tirmizî, en-Nesâî…) buyurduğu ve günlük farz namaz adedinden istincaya, abdest azalarının yıkanmasına, tavafa, sa’ye ve daha birçok ibadete kadar pek çok şeyi tek sayılarla yaptığı dikkate alındığında bu durumun da –tıpkı “sağ-sol” meselesi gibi– bize özgü bir ontolojik gerçeklik anlayışının yansıması olduğunu fark etmek zor değildir. Zira varlığın kaynağı “tek”dir ve bütün sayılar “tek”den neş’et ettiği gibi, çift sayılar dahi varlıkta “tek”e muhtaçdır…

Milli Gazete – 13, 18, 20 Kasım 2003

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 Web editörü.
2 37/es-Sâffât, 28.
3 2/el-Bakara, 11.