Nikâh

Ebubekir Sifil2003, 2003 Yılı, Gazete Yazıları, Kasım 2003, Kasım Ayı 2003 OS, Okuyucu Soruları

Soru


(…) Almanya’da yaşıyoruz. (…) Sizden bir konuyu Allah rızası için öğrenmek istiyorum. (…) Çocuklarımız, kızlarımız Almanya’da ve Alman toplumu içinde yaşıyorlar. Bu çocuklarımızın bazıları İslam’ı biliyor, bazıları bilmiyor, bazıları ise az biliyor. (…) İkinci bir grup var ki bu bizi derinden düşündürmektedir. Bu grupta olanlar (kızlar), evet, her nasılsa Alman delikanlıyı sevmiş, geri dönüşü de mümkün görünmüyor. Evlenmeye karar vermişler, resmi işlemler tamam; delikanlı İslam’ı kabul etmese de evlenmeye karar verilmiş. Ancak kızımız vicdan azabı çekiyor, İslamî hassasiyeti var; (dinî) nikâh yaptırması gerektiğine inanıyor. (…) Bu nikâhı yaptırmak üzere kızımız, Müslüman olmasa bile müstakbel eşini de ikna ediyor. Hatta (müstakbel gayrimüslim) eşi, zevcesinin bu talebini saygıyla karşılayarak onaylıyor. Bu durumda eşler hocaya geliyor. (…) Böyle bir fiili durumda ve bu talep karşısında hoca efendi, “Bir Müslüman (kız) gayrimüslim (erkek)le evlenemez” diyerek bu talebi geri mi çevirmeli, yoksa her halukârda nikâhı kıymalı mı? İçinde yaşadığımız toplum şartlarını, değişen dünya şartlarını, kadın-erkek hukukunu ve günümüzde uygulanan aile hukukunu da göz önünde tutarak bu soruya makul bir cevap bulunabilir mi?

Cevap


Bu soru, “dışarıdaki” insanımızın yaşadığı zorlu problemleri bir kere daha gündemimize sokmuş olması dolayısıyla benim için aynı zamanda bir “feryat” anlamı taşıyor. Gerek din, gerekse baskın kültür olarak gayrimüslim dünyanın bir “parçası” olarak yaşamak zorunda bulunmanın doğurduğu hayatî problemleri tam olarak anlayabilmek için öyle bir çevrede bulunmak gerektiğini, iki sene önceki Berlin seyahatim esnasında yakından hissetmiştim. Avrupa, Amerika vd. gayrimüslim ülkelerde kimliğini muhafaza ederek yaşamanın bir Müslüman için ne denli yakıcı ve çetin bir mesele olduğu, dışarıdan bakarak kesinlikle anlaşılamaz. Berlin günlerimden birisinde bu köşede, fetih hareketlerinde öncü rolü üstlenen gazi dervişlerin ne büyük insanlar olduğunu tam olarak yeni anladığımı ifade eden bir şeyler yazdığımı hatırlıyorum. Her şeyine yabancı olduğunuz bir çevreye –üstelik de– “tek başınıza”, hiç kimseden hiçbir şey beklemeksiniz gidip yerleşeceksiniz ve “etkilenen” değil, “etkileyen” insan olarak bir süre sonra gittiğiniz yeri fethe hazır bir zemin haline dönüştüreceksiniz… Gerçekten inanılacak gibi değil…

Şu veya bu ölçüde belli bir İslamî altyapıya sahip insanların böyle bir çevrede yaşaması ile, gözlerini hayata bu çevrede açan yeni nesillerin durumu da birbiriyle kıyas kabul etmeyecek ölçüde farklı oluyor. Avrupa’da yaşayan 1. nesil ile 4. nesil üzerinde yapılacak yüzeysel bir gözlem bile, kültürel düzeyde dahi olsa İslam’dan kırıntılar, izler taşıyan bir çevrede yaşamanın ne büyük bir şans olduğunun anlaşılmasına yeter.

Artık diyar-ı gurbette yaşananın, “sıla özlemi”nden daha öte şeyler olduğu, gurbet sıla olurken insanları da kendisine benzettiği tesbiti herkes tarafından paylaşılıyor. Oralardaki yeni nesiller dinine, kültürüne, ailesine ve dolayısıyla “kendisine” yabancı bir hayat tarafından vakumlanırken, kaybolan geleceğimiz adına derinden kaygılanmak için elimizde yeterinden fazla sebep bulunduğunu görmemiz gerekiyor.

Yukarıdaki soru, sıradan bir “fetva isteği” olmadığı gibi, karşılığı da basit bir “elcevap” ile geçiştirilecek gibi değil.  Salı günü devam edelim. (Aşağıdaki yazı[1]Web editörü)

İslam’ın bize yüklediği her mükellefiyet, bizler için ebedî mutluluğu yakalamanın biricik yolu olduğu kadar, –biz farkında olalım ya da olmayalım– aynı zamanda kimliğimizi de oluşturan değerler manzumesinin ayrılmaz bir parçası olarak temayüz eder.

Bizler o mükellefiyetleri yerine getirirken onları birer “kimlik” unsuru olarak üzerimizde taşır ve hayata yansıtırız. Zira İslamî değerlerle aramızdaki, sadece “bir emri yerine getirmek” ya da “bir yasaktan uzak durmak”tan ibaret mekanik ve “zoraki” bir ilişki değildir Biz onları benimser, içselleştirir ve onlarla adeta aynîleşiriz. Kur’an ve Sünnet’le Müslüman arasındaki ilişkinin “varoluşsal” bir mahiyet arz etmesinin anlamı budur ve meseleye ancak böyle bakıldığında Din’in hayatımızda “vazgeçilmez” bir yeri olduğunu “hissederek” söyleyebiliriz. Bu nokta hayatî bir öneme sahiptir. Zira aksi durumda kadının/müftünün kazasının/fetvasının “ilahî” bir hükmün yansıması tarzında telakki edilmesini “şirk” olarak vasıflandırmak kaçınılmaz olurdu.

Din ile aramızda behemehal bulunması gereken bu ilişkinin mahiyetindeki herhangi bir değişiklik, sonunda Din’in ya “ideoloji” ya da “gelenek” olarak algılanması ile sonuçlanacaktır. Her iki durumda da artık o, gerekli gördüğümüz herhangi bir durumda yenisiyle değiştirebileceğimiz, hatta tek başımıza kaldığımızda üstümüzden tamamen çıkarıp atabileceğimiz bir “elbise”den çok farklı olmayacaktır.

Din’in kendisinden beklenen “dönüştürme” ve “yüceltme” ameliyesini gerçekleştirebilmesi, olabildiğince bütün veçheleriyle ve canlı bir biçimde yaşanmasına bağlıdır. Bizi ona rapteden ve onu bizde ete kemiğe bürüyen bağlar, iki yakayı birleştirirken birbirlerini de tutan ve bir noktasındaki en küçük bir kopukluğun, bütün bir yapıyı etkileyeceği çelik konstrüksiyon unsurları gibidir…

Bir yandan İslam’ın, bireysel olarak her birimizin ve giderek toplumun ve bütün dünyanın biricik şansı olduğuna inandığımızı söylerken, öte yandan onun herhangi bir temel öğretisinin/ilkesinin/hükmünün –değişen şartlar, toplumsal baskı ya da herhangi başka bir gerekçeyle– “feda edilebilir” olduğunu düşünme noktasına gelmişsek, dönüp kalbimizi ve samimiyetimizi yoklamalıyız. Zira bu durumda tehlikede olan sadece bu dünyada “kendimiz” olarak kalabilme şansımız değildir!

Müslüman bir genç kız, gayrimüslim bir erkekle nikâhlandığında, kendisini ve çocuklarını gelecekte nelerin beklediğini düşünüp bu noktada tasalanmadan önce, Yüce Yaratıcı’nın açık ve kesin bir emrini ihlal etmekle kendisini nasıl bir azaba hazırladığının muhasebesini yapmalıdır.

Böyle bir genç kızın ailesi ve o ailenin bir parçası olduğu toplum da bu muhasebeden kaçamaz. Her gün çevremizdeki onlarca, yüzlerce insan, ateşin etrafından dönüp duran ve sonunda o ateşin yalımlarına kapılıveren pervaneler gibi ebedî hüsrana sürüklenip dururken hangimiz gönül rahatlığı içinde “yapabileceğim bir şey yok” diyebilir?..

Milli Gazete – 8, 11 Kasım 2003

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 Web editörü