Bundan bir süre önce TV5‘te katıldığım bir programda kısmen de olsa “Nüzul-i İsa (a.s)” meselesini konuşmuştuk. Diyalog konusuyla aynı programa “sıkıştırdığımız” bu mesele hakkında söylenmesi gerekenler elbette o kısa süre içinde tam anlamıyla söylenemezdi. Başlıklar halinde değinip geçmek zorunda kaldık.
Ardından Dâru’l-Hikme‘de bu konu hakkında geniş bir söyleşi yaptık. Nüzul-i İsa (a.s) meselesinin hemen her veçhesiyle ele alındığı o söyleşinin metni www.ebubekirsifil.com ve www.darulhikme.org.tr adreslerinde mevcut.
Sözünü ettiğim programdan önce bir başka televizyon kanalında Prof. Dr. Y.N. Öztürk‘ün katıldığı bir program yapılmıştı. Prof. Dr. Suat Yıldırım hocanın meali merkezinde işlenen bir çok konu zımnında Nüzul-i İsa (a.s) meselesi de bu programda ele alınmış, hatta “Hz. İsa geri gelecek mi?” tarzında bir anket sorusu ile halkın da görüşü alınmış, sonunda Öztürk‘ün ve telefon konuğu olarak “belirlenmiş isimler”in gayretleri ile, üzerinde Ehl-i Sünnet‘iyle Ehl-i bid’atıyla bütün fırkaların ittifak ettiği bir itikad ilkesi berhava edilmişti. Anketin sonucunda da % 80 küsür gibi bir çoğunluğun “Hayır; Hz. İsa geri gelmeyecek” kanaatinde olduğu duyurulmuştu. En çok acı veren de, programa telefonla katılan Ali Bulaç’ın “Ben Hz. İsa geri gelecek diye bir şey söylemiyorum; bu kanaatte olanların gerekçelerine bakmak lazımdır diyorum” gibi “ürkek” bir tavır sergilemesi olmuştu. Daha sonra Zaman‘daki köşesinde tavrını netleştirir mi diye izledim; ama nafile…
Sözünü ettiğim programa telefonla katılanlardan Prof. Dr. Nadim Macit, meselenin şimdiye kadar çok fazla öne çıkmamış bir boyutuna dikkat çekti ve birkaç Kelam aliminin ismini zikrederek, Nüzul-i İsa (a.s) meselesinin onlar tarafından bahis konusu yapılmadığını, bunun da “Ehl-i Sünnet‘in bu mesele üzerinde ittifak ettiği” söyleminin tartışmaya açık olduğunu gösterdiğini söyledi.
O programa telefonla katılmak için yaptığımız bütün girişimler sonuçsuz kaldığı için Prof. Dr. Macit‘in gündeme getirdiği husus da –en azından o gece– cevaplandırıl-a-mamış bir soru olarak zihinlere kazınmış oldu…
Aynı doğrultudaki bir itiraza muhatap olduğunu belirten bir okuyucumdan gelen mesaj bu meselenin daha fazla geciktirilmeye tahammülü olmadığını gösteriyor. Her ne kadar –sadece Akaid/Kelam kitaplarında değil, Hadis, Tefsir, hatta Fıkıh kitaplarında bile– Ehl-i Sünnet‘in konu hakkında ittifak ettiği sarahaten belirtiliyor ve bu noktada hiçbir Sünnî alimin itirazına/muhalefetine rastlanmıyor ise de, demek ki bu durum bile konu hakkındaki soru işaretlerinin ortadan kalkmasını intaç etmiyor. Dolayısıyla bize de, ortaya atılan her yeni soru işaretiyle bu meseleye tekraren dönmek kalıyor. Bu yazıda başta İmam el-Mâturîdî ve İmam el-Eş’arî olmak üzere belli başlı Kelam alimlerinin konu hakkındaki sarih ifadelerini/tavırlarını tebellür ettirmeye çalışacağım.
Ancak esas meseleye geçmeden önce M. Zâhid el-Kevserî merhumun hikmetli bir sözünü nakletmenin tam sırasıdır: “Nefyu’l-vücûd bi ademi’l-vicdân leyse bi ceyyid” demiş büyük allame. Açılımı şu: Bir kimse, aradığı bir meseleyi kitaplarda bulamadığı zaman “Böyle bir şey yok” diye kestirip atmamalıdır. Ola ki o mesele mevcuttur da gözünden kaçmıştır veya başka kaynaklarda mevcuttur da araştırmayı gereği gibi yapmamıştır. Hele o meselede onun bu tavrına aldanıp da söz konusu yanlışı yaygınlaştırarak devam ettirenler çıkınca, o meselede yanlış kanaate sürüklenenlerin günahı o kimsenin boynunda kalacaktır. Dolayısıyla böyle durumlarda doğrusu, kişinin, kesin bildiği meseleler hakkında konuşması, bilmediği/emin olmadığı hususlarda ise tevakkuf etmesidir.
Devam edecek.
Milli Gazete – 8 Nisan 2006