7/13. asır ulemasından İzzuddîn b. Abdisselâm (ö. 661/1262) ile döneminin bazı Hanbelîleri arasında geçen, hatta Eyyubî sultanlarından bazılarının da müdahil olduğu –önemli bir itikadî ihtilaftan kaynaklanan– gerginlik meşhurdur. Oğlu tarafından kaleme alınan “Îdâhu’l-Kelâm” isimli küçük risalede ve Tâcuddîn es-Sübkî tarafından “Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye“de tafsilatıyla zikredilen bu gerginlik uzun bir süre devam etmiş, bu arada sultanla İbn Abdisselâm arasında bazı yazışmalar olmuştur.
Bu süreçte Eyyubî sultanı el-Melikü’l-Eşref‘e, konu hakkındaki görüşünü yazan İbn Abdisselâm, fetvasının bir yerinde şöyle der: “Mushaflarda yazılı olan Kur’an metnine, Allah Teala‘nın zatına delalet etmesi dolayısıyla ihtiram gösterilmesi gerekir; tıpkı Allah Teala‘nın sıfatlarına delaleti dolayısıyla ihtiram gösterilmesi gerektiği gibi. Delalet ettiği ve mensup olduğu merci sebebiyle bu metin, azametine inanmaya ve hürmetine riayete müstehaktır. Kâbe‘ye, peygamberlere, abidlere ve ulemaya ihtiram da böyledir…”
Daha sonra Hacer-i Esved‘in öpülmesinin ve taharet üzere bulunmayanların mushafa el sürememesinin de aynı gerekçeyle izah edileceğini vurgulayan İbn Abdisselâm, aslında bu istitradıyla müslümanın varlığa bakışındaki farklılığı ortaya koymaktadır ki, bu izah tarzının ona mahsus olmayıp, kendisinden önceki ve sonraki pek çok İslam alimi tarafından paylaşıldığını ve açık bir şekilde ifadeye konduğunu biliyoruz.
İbn Abdisselâm‘ın örnek kabilinden zikrettiği hususlara şu noktanın da eklenebileceğini düşünüyorum: Özellikle Usul-i Fıkıh ulemasınca ilim gerektirmese de amel gerektirdiği söylenen haber-i vahidler, –ilmin kalbin ameli olduğunu, dolayısıyla bu kategorideki haberlerin ilim bildirdiğinin bu cihetten söylenmesi gerektiğini ileri sürenlerin bu yaklaşımından sarf-ı nazar ederek söyleyelim–, bu mevkii, sadece Din‘in füruatının bilinmesinin büyük ölçüde kendilerine mütevakkıf olmasından değil, aynı zamanda delalet ettikleri merciin şayan-ı ihtiram olmasındandır…
Burası tam da Modernistler‘in “gelenek ve kutsallık” başlığı altında söylediklerinin kıymet-i harbiyesi üzerinde durulacak noktadır.
“Kutsallık“tan söz açıldıkta büyük ölçüde insan kaynaklı din ve inanç sistemlerinin telakkileri üzerinden hareket etmekle bu kesim, hayatî yanılgıya daha baştan düşmüş oluyor. Bu temel çarpıklık üzerine kurgulanan bir bakış açısından, “Edisyon-kritikli bir baskısı yapılarak Kur’an metninin yeniden inşa edilmesi gerektiği”ni ileri sürmek, ya da Hz. Peygamber (s.a.v)’in elçiliğinin “postacılık”tan öte bir anlam ifade etmediğini söylemek normal, hatta kaçınılmazdır…
“Kutsal” nedir ve kutsallıkla tavsif edilen varlıklar bu özelliği nereden alır? Bu sorular cevaplandırılmadan konu hakkında cefvel kalem yazılanlara hiçbir kıymet atfedilemez.
Öte yandan F. Schuon ve S.H. Nasr çizgisinde tebellür ettiği şekliyle Modernizm öncesi zamanlara aidiyeti bulunan her yapıya/anlayışa salt bu özellikleri sebebiyle “kutsallık” atfedilmesinin de tefridin doğurduğu ifrat olarak tesbit edilmesi gerekir.
Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Amr‘ın (r.anhum) Kâbe‘ye bakarken dudaklarından dökülen “Senin hürmetin ne büyüktür! Ancak mü’minin hürmeti senden de büyüktür” sözü, bahse konu ifrat ve tefritteki aşırılıkları teşhiste önemli bir mihenk mesabesindedir. (İbn Kesîr‘in belirttiğine göre (“Müsnedu’l-Fârûk“, I, 320) bu söz Hz. Ömer (r.a)’den de rivayet edilmiştir; ancak senedinde kesinti vardır.)
Mü’minin hürmetinin, şayan-ı ihtiram olan şeylere hürmetiyle ilişkili olması, hadiseye yüzeysel bakanlar için paradoks gibi görünse de, aslında durum son derece açıktır. Zira neyin şayan-ı ihtiram olduğunu bilmek ve bu bilginin gerektirdiği davranışı sergilemek –burada mesela “turistlerin cami ziyareti” gibi bir şeyden bahsetmediğimi izaha gerek yok– ancak mü’mine mahsus bir özelliktir. Üstelik imanın tek anlamı ve yansıması bu değildir…
Eğer bir paradokstan söz etmek gerekli ise, başta Irak ve Filistin olmak üzere dünyanın muhtelif yerlerinde mü’minlerin harim-i ismeti çiğnenirken sus-pus olan ümmetin, kendine gelmesi için çağdaş bir Haccac‘ın Kâbe‘yi modern mancınıklarla yıkması gibi bir olayın vukuunu beklemesi zikredilebilir…
Milli Gazete – 20 Mayıs 2004