Soru: “1- Bir müçtehit içtihadında hata dahi etse o sevap alır, onu taklid eden müslim de sevap alır. Bir SÖZDE müçtehit de, sözde içtihadında isabet etse dahi, içtihat yetkisini haiz olmadığı için günahkardır ve onu taklid eden mukallid de mesul olur. Bu söz doğru mudur?
2- Hak indullahta birdir, tagayyür etmez. İçtihat da içtihatla nakz olmaz. Müçtehitler avama göre hata etmez. Müçtehitler birbirlerine göre hata etseler de içtihat içtihadı nakzetmez. Müçtehitler Allah‘a göre hata veya isabet eder. Bunu da Allah bilir. Müçtehidin musib veya gayr-ı musib olduğunu Allah bilir. Hanefi‘de kan abdestin sıhhatini iskat eder, Şafii‘de abdeste halel getirmez. Lakin Allah nezdinde kan abdesti ya bozar, ya bozmaz. İkisi olur mu, hayır birisi doğrudur, bunu da Allah bilir. Yani müçtehidin isabet edip etmediği bizce meçhuldür. Biz tabi oluruz o ayrı mesele. Lakin Allah indinde malumdur. Mukallid ve müçtehit isabet edip etmediğini bilmez. Sorumu soruyorum: Gerek Cemel gerek Sıffin vak’asında sahabeden her iki taife içtihat etmiştir. Ehl-i Sünnet‘e göre de bu içtihatlarında Hz. Ali R.A haklıdır. Peki içtihatların hangisinin isabetli olduğunu, hani Allah bilirdi sadece? Ehl-i Sünnet bu içtihatlarda Hz. Ali‘nin haklı olduğunu, içtihadında musib olduğunu nerden bilmiştir? Öyle ya, herkesçe meçhuldür kimin musib olduğu. Sadece Allah‘a malumdur doğru içtihat eden. O savaşlarda Resul a.s. da terk-i hayat etmiş olmasına binaen vahiy kesilmiştir. Vahiy gelse de Hz. Ali‘nin içtihadı musibtir deseydi tamam. Lakin bu içtihatta Hz. Ali‘nin haklı olduğu Ehl-i Sünnet ulemaya neye dayanarak malum olmuştur? Şafii veya Hanefi‘nin kan hususundaki, hangisinin isabet edip etmeği mevzuunu Allah‘a havale eden Ehl-i Sünnet, Sıffin ve Cemel muharebelerindeki içtihadı neden Allah‘a havale etmeyip te Hz. Ali‘nin haklılığına hükmetmiştir?”
Cevap. 1: Taklid seviyesindeki kimse, kendisine uyacağı müçtehidi neye göre seçecektir? Müçtehidler arasında “Şu hakka isabet etmiştir, öbürü yanılmıştır” deme seviyesinde değildir. Zira bu seviyede olması, bizatihi müçtehid olması demektir zaten.
Öyleyse burada mukallidin yapacağı şey, müçtehidlerin özelliklerine, hüküm veriş tarzlarına bakmaktır. Dakik istinbat metotdu, haberleri kabul şartlarındaki titizliği, farazî fıkhı, Kıyas ve İstihsan‘ı kullanma biçimi… dolayısıyla dini ve ahireti için İmam Ebû Hanîfe‘yi taklid etmeyi eslem görürse onu taklid eder. Değilse mesela Medine ulemasının ilminin varisi olması dolayısıyla İmam Mâlik‘i, Ehl-i rey ile Ehl-i Hadis arasında orta bir yol tutturmuş olan Kuraşî-nesep İmam eş-Şâfi’î‘yi veya haber ve esere daha bir ağırlık verip Kıyas‘ı daha geri plana ittiği için İmam Ahmed‘i taklid mercii olarak görebilir. Onlardan birini metbu olarak tercih ettiğinde onun içtihadının doğru, diğerlerinin muhalif içtihadlarını da hatalı olarak görmesinde yadırganacak bir durum yoktur.
Mukallidin buradaki sorumluluğu, bu Ümmet‘in tarih boyunca görüşleri etrafında toplandığı insanlara bakmak, sevad-ı azamdan ayrılmamaktır. Bu meseledeki “ölçü”yü böylece vaz edebiliriz. Şu halde taklid ehli bir kimse, ulemanın “şazz” veya “mercuh” olduğunu söylediği görüşlere meyletmemek gibi bir sorumluluğun muhatabıdır…
- Bu sorunun cevabı da yukarıdaki cevapla bağlantılıdır. Şöyle ki:
Yukarıda da söylediğim gibi, eğer bu Ümmet‘in alimleri, bir müçtehidin herhangi bir meseledeki hükmünün “şazz” veya “mercuh” olduğunu söylemişse, mukallide düşen o görüşten uzak durmaktır. Soruda bahsi geçen olaylarda da aynı durum söz konusudur.
O olaylarda tarafların tutumunun “içtihad” olarak tavsif edilmesinin sebebi, son tahlilde zann ve kanaate dayanarak hareket etmiş olmalarıdır.
Esasen bahsi geçen olaylar hakkında aslolan, taraflardan herhangi biri hakkında su-i edep olur ve hatır-ı Nebevî‘yi rencideye yol açar endişesiyle tevakkuf etmek ise de, tarihî hadiseleri tahlil ve onlardan gerekli dersi çıkarmak babında şu söylenebilir: Bu Ümmet‘in tamamına yakını –sadece Ehl-i Sünnet değil!– tarih boyunca o olaylarda Hz. Ali (r.a)’nin içtihadının musib, diğerlerinin (Allah hepsinden razı olsun) hatalı olduğunu söylemişse, bize düşen, zahir-i hali de dikkate alarak ve dahi “Allah Teala en doğrusunu bilir” kaydıyla varılan bu kanaati kabul etmektir…
Milli Gazete – 29 Haziran 2004