Soru
Bazı hocalar dinde reformun gerektiğini, hatta geç bile kalındığını söylüyor. Ancak, bunu böyle iddia edenlerin; halk arasında alışılagelmiş İslam anlayışına ters düştüğünü düşünüyoruz. Acaba eskiler mi Kur’anı anlayamadı, bizler mi Kur’anı yanlış anlıyoruz ?
Düzeltilmesi gereken şeyler şöyle sıralanmaktadır.:
- Kadının boşanma hakkı vardır, mahkeme iledir.
- Kuranda kadını dövme yoktur.
- Boşanma erkeğin elinde değildir, mahkeme iledir.
- Kuran’da erkek kadından daha erdemli değildir.
- Kuran’da miraç olayı yoktur.
- Kuran’da kadere iman yoktur.
- Kuran’da şefaat yoktur.
- Kuran’da kadınların çalıştıkları kendilerinindir.
- Kuran’da boşanmanın tek nedeni geçimsizliktir.
- Kuranda idare sistemi şuradır.
- Farz namazların kazası yoktur, tövbesi vardır.
- Kadınların başı açık, Kur’an okumaları, namaz kılmaları caizdir.
- Başı örtmek, namazla ilgili değildir.
- İsa ölmüştür, tekrar gelmeyecektir.
- İslamda mehdi inancı yoktur.
- İslam inancında deccal yoktur. Ama her ulusu düşüren fasık, facir, deccaller zaman zaman çıkabilir.
- Kadınlar erkeğin eğe kemiğinden yaratılmamışlardır.
- Kuran’da eşcinselliğin hükmü bulunmamaktadır.
- Gusül’de ağza, burna su vermek gerekmez.
- Oruçta kefaret yoktur.
- Kuranda İslam ve iman ayrıdır.
- Tövbe kefaretten daha büyük cezadır.
- İslam’ın din bilgisi kaynağı akıl ve Kurandır.
- İslam’ın şartı beş değildir.
- Kuran’ın bütün emirleri İslamın şartıdır.
- Kuran’a gidip fıkhın, tasavvufun, kelamın, hüküm ve kurallarını gözden geçirip değiştirmenin temel kuralı şudur:
Günümüzün şartlarına göre ayetleri insanın, toplumun, yararına göre yorumlamak. Kuran’ın amacı insanın yararıdır.
Cevap
Yukarıda dile getirilen hususların tek tek cevaplarını vermek kadar, belki ondan daha önemli olarak bu sorulara vücut veren anlayış üzerinde durulmalıdır. Gerek genel olarak “Kur’an Müslümanlığı” dediğimiz tavır, gerekse yukarıda zikredilen hususların bir kısmı bu köşede muhtelif yazıların konusunu teşkil etti.
Şimdilik şu kadarını söyleyelim: Bu anlayış, kendi içinde son derece önemle çelişki ve tutarsızlıklar barındıran, neresinden tutsanız elinizde kalır dedirten arızalarla malul bir bakış açısının ürünüdür. Kur’an’da şu yoktur, İslam’da bu yoktur tarzındaki tesbitlerin nereden kaynaklandığını ve nasıl bir zemin üzerine ibtina ettiğini bilirsek, kalbimize şüpheler soktuğunu düşündüğümüz, bizi tereddütlere sevk eden bu bakış açısının örümcek ağı misali nasıl çürük ve temelsiz olduğunu kolayca anlayabiliriz.
İslam sadece 6 bin küsür Kur’an ayetinden ibaret midir?
Bu soruya, hem “evet”, hem de “hayır” diye cevap vermek mümkündür.
Evet demek mümkündür; zira ahkâm-ı ilahiyyeyi ortaya koymada Sünnet, İcma, Kıyas ve tali deliller de kaynağını Kur’an’dan alır. Dolayısıyla bu delillerle amel etmek de son tahlilde Kur’an’ın emir ve yönlendirmesiyle olduğundan, İslam’ı Kur’an’dan ibaret bir din olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Hayır demek mümkündür; zira bir önceki maddede kaynağını Kur’an’dan aldığını söylediğim deliller, Kur’an’da sarahaten yer almayan hükümlere kaynaklık ederler. İslam bu hükümlerin tamamının oluşturduğu dinin adı olduğuna, dolayısıyla onlarsız bir İslam tasavvur etmek mümkün olmadığına göre, Kur’an 6 bin küsür ayetten ibarettir demenin imkânı yoktur.
Görülüyor ki, bu cevapların hiç birisinde, “Kur’an Müslümanlığı” olarak ifade edilen şey kendisine yer bulamaz.
Eğer Kur’an ayetlerini, istediğimizi söyleteceğimiz, arzu ettiğimiz anlamı yükleyebileceğimiz bir “metin”e indirgersek, ortaya Kur’an ayetlerinden hareketle oluşturulmuş bir din çıkar. Ama bu, İslam olarak isimlendirilemez. “Kur’aniyyun”, ya da onun ülkemizdeki versiyonu olan “Mealcilik” akımının mensuplarının , namaz, oruç, zekât, hacc… gibi temel ibadetleri bildiğimiz anlamda yerine getirmesi mümkün değildir. Çünkü bu temel ibadetlerin bildiğimiz form ve muhtevası Sünnet tarafından belirlenmiştir. Sünnet’i yok sayan Müslümanlık anlayışı eğer dürüst ve kendi içinde tutarlı olduğu iddiasındaysa, namaz, oruç, zekât ve hacc gibi temel ibadetleri yeni baştan tanımlamalıdır. Bu durumda namaz, oruç, zekât ve hacc adına ortaya, bu Ümmet’in 1400 küsür yıldır bilip uyguladığından çok farklı şeylerin çıkması kaçınılmazdır. Bunu niçin yapmıyorlar?
Bir diğer husus: Sünnet’i bir kurum ve kaynak olarak kabul eden herkes, Efendimiz (s.a.v)’in, Kur’an’da yer almayan hükümler getirdiğini bilir ve kabul eder. Çünkü bilir ve kabul eder ki, bu çerçevedeki Sünnet de vahye dayanır.
Buna itirazı olanlar, Efendimiz (s.a.v)’in, Kur’an’da yer almadığı halde –mesela– Cuma günü öğle namazını iptal ederek yerine “Cuma namazı” diye bir namaz ihdas ettiğini, onu da ezanı cami içinde okunan (dış ezan uygulaması Hz. Osman (r.a) zamanında getirilmiştir) ve hutbe eşliğinde eda edilen bir namaz olarak belirlediğini, en önemlisi de bütün bunları Kur’an’dan almadığı bir yetkiyle ve vahyin onayını almaksızın yaptığını söylemek zorundadır! Biz O’nu bundan tenzih ederiz. Ama Kur’an Müslümanlığı iddiasında olanlar, dürüstlük ve tutarlılık adına böyle bir peygamber tasavvuruna sahip olduklarını itiraf etmek durumundadırlar! Çünkü Cuma namazı zımnında yerine getirilen mezkûr hususların hiç birisi Kur’an’da yer almaz.
Burada, “Cuma namazı” diye bildiğimiz namazı Hz. Peygamber (s.a.v)’in teşri kılmadığı, zaman içinde ulemanın böyle bir uygulama başlattığı söylenerek yukarıda söylediklerime –teorik olarak– itiraz edilebilir. Ama Cuma namazının “amelî tevatür” kapsamında olduğunu, yani sayıya-hesaba gelmeyecek kalabalıkların Efendimiz (s.a.v) döneminden bu yana birbirlerine aktarması suretiyle bize kadar intikal eden bir ibadet olduğu gerçeğini dikkate almadığı için bu itiraz geçersizdir.
Daha başka örnekler de zikredilebilir şüphesiz. Ama sadece bu örneğin bile, “Kur’an Müslümanlığı” söyleminin hiçbir makul temele dayanmadığını, sahici bir Kur’an anlayışına dayalı “İslamî” bir söylem olmadığını ortaya koymaya yeterlidir.
Geçen hafta yaptığımız[1]Yukarıda bahsi geçen sualler. Bu yazı, seri gazete yazıları olduğu için bu sayfada birleştirilmiştir. Web Editörü. genel girişten sonra soruların somut cevaplarına –aynı sırayla– geçecek olursak;
- İslam fıkhının, kadını boşanma hakkından mutlak olarak mahrum ettiğini düşünmek doğru değildir. Bir başka deyişle, kadının belli durumlarda eşinden boşanma hakkına sahip olduğunu söylemek için “Kur’an Müslümanlığı” söylemine yaslanmak gerekmez. Nikâh esnasında kadın erkekten boşanma hakkı talep edebilir ve evliliğin herhangi bir aşamasında dilerse nikâhı sona erdirerek boşanır. Buna “tefviz-i talak” denir.
Kadının eşinden ayrılmasını mümkün kılan bir diğer uygulama da “muhâla’a”dır. Kısaca kadının erkeğe herhangi bir bedel ödeyerek ayrılmasıdır.
Bir diğer ayrılma çeşidi “mübâree”dir. Karşılıklı anlaşarak –herhangi bir bedel ödeme söz konusu olmaksızın– ayrılmak anlamına gelir.
Keza bir meclise erkek hanımına boşanma hakkı verebilir; kadın da –o meclis devam ettiği sürece– buna dayanarak eşinden ayrılabilir.
Bütün bunlar nikâh akdini sona erdirmenin münhasıran erkeğe ait bir hak olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıntı için fıkıh kitaplarına başvurulmalıdır.
- Kadının dövülmesi meselesi modern müslümanın kabul ve izah etmede zorlandığı hususlardan birisidir. “Aile içi şiddet” ya da “erkek egemen kültür” gibi imajinatif gücü hayli yüksek söylemler eşliğinde konuşulduğunda modern müslümanın zihni otomatik olarak ilgili nassların tevili ya da çarpıtılması istikametinde çalışmaya başlıyor.
Kur’an’da şöyle buyurulur: “Serkeşlik etmesinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse hafifçe) dövün.”[2]4/en-Nisâ, 34. Buradaki “va’dribûhünne” ifadesi, “onları başka yere gönderin”, “bir süre yalnız bırakın” gibi şekillerde anlaşılabilir mi? “Darabe” fiilinin Kur’an’da “gezip dolaşmak, seyr-ü sefer etmek, yol tepmek” anlamında kullanılmış olmasından[3]Bkz. 2/el-Bakara, 273; 3/Âl-i İmrân, 156; 4/en-Nisâ, 94, 101; 5/el-Mâide, 106… hareketle, ilgili ayette geçen “va’dribûhünne” emrinin, bir anlamda kadını sürgüne göndermek gibi anlaşılması gerektiği söylenebilir mi?
Açıktır ki bu, zorlama bir yorumdur. Zira kelimenin anlam bünyesinde “birisini bir yerden ayırmak, başka bir yere göndermek, sürgün etmek, yalnız bırakmak…” gibi hususlar yer almamaktadır. Daha da önemlisi, Kur’an’da bu kelimenin “gezip dolaşmak, seyr-ü sefer etmek, yol tepmek” anlamlarında kullanıldığı her yerde –istisnasız– bir “mef’ûlun fih” gelmiştir. Yani Kur’an’da bu fiil bu anlamda mutlaka “nerede/nereye” sorularının cevaplarını ihtiva eder tarzda geçmektedir. Mezkûr en-Nisâ ayetinde ise böyle bir “mef’ûlun fih” yoktur.
“Bu neyi gösterir?” diye sorabilecekler için söyleyeyim: Bu, söz konusu fiilin, mef’ulüne göre anlam kazandığını gösterir. Bu işe yeni başlayan bir kimse, Kur’an’da bu fiilin hangi anlamlarda kullanıldığını araştırmak isterse, yapacağı en basit iş, kelimenin mef’ulünü dikkate almaktır.
Dolayısıyla –tekraren söyleyelim– mezkûr en-Nisâ ayetinde geçen “va’dribûhünne” emrinin, “kadını bulunduğu yerden başka bir yere gönderin” şeklinde anlamlandırılması zorlama, hatta “çarpıtma”dır. Beğenirsiniz, ya da beğenmezsiniz, Kur’an’ın söylediği, serkeşlik edip huzursuzluk çıkaran kadın hakkında yapılacak uygulama, aşamalı olarak, “ögüt vermek, yatakta yalnız bırakmak ve hafifçe dövmek”tir.
Bu hükmü “klasik müfessirlerin görüşüdür” diyerek kabulden imtina edenlere, “modern” müfessirlerden Prof. Dr. Süleyman Ateş’in Kur’an Ansiklopedisi’ndeki “dövmek” maddesine bakmalarını tavsiye ederim.
- Kuran’da erkek kadından daha erdemli değildir.
Bu tesbit hakkındaki değerlendirme, buradaki “erdem”den maksadın ne olduğuna bağlı olarak değişecektir. Eğer aynı ameli işledikleri halde erkeğe kadından daha fazla sevap verildiği anlamında ise, bunun herhangi bir dayanağı yoktur. Erkeğin, yaratılıştan gelen ontolojik bir üstünlükle Allah Teala nezdinde kadından daha değerli olduğunu söylemenin durumu da aynıdır.
Şu halde burada erkekle kadın arasında, sorumluluk ve görevler arasındaki farklılıktan kaynaklanan bir derece farklılığı bulunduğunu söylemek durumundayız. Yani erkeğin ailenin nafakasının temini, hukukunun korunması, cihad… gibi mükellefiyetlerle muhatap olması dolayısıyla aile içindeki konumunun kadına nazaran daha ağırlıklı olmasıdır söz konusu olan. İbn Abbâs (r.a)’ın, 2/el-Bakara, 228. ayetinin tefsiri sadedinde söyledikleri de hemen hemen bu doğrultudadır.[4]İbn Abbâs (r.a)’ın ifadesi için bkz. el-Kurtubî, el-Câmi’, III, 107.
- Kuran’da miraç olayı yoktur.
Evet, Kur’an’da Miraç hadisesini açık bir delaletle anlatan herhangi bir ayet yoktur. Her ne kadar 53/en-Necm, 8-9 ayetlerinin Miraca delalet ettiği söylenmiş ise de, delalet açık olmadığı için Kur’an’da Mirac hadisesinin sarahaten yer aldığını söyleyemeyiz.
Mirac hadisesi hadislerle sabit olduğu için el-Fıkhu’l-Ekber’de İmam Ebû Hanîfe, “Mirac haberi haktır” şeklinde bir ifade kullanmıştır.
Ulema tarafından İsra’yı inkâr eden kimsenin dinden çıkacağı, buna mukabil Mirac’ı inkâr edenin fasık ve bid’atçi olacağının söylenmesinin sebebi de budur.[5]Bkz. Ali el-Karî, Minahu’r-Ravdi’l-Ezher, 322-3.
- Kur’an’da kadınların çalıştıkları kendilerinindir.
Evet, Kur’an özel mülkiyet bahsinde kadınların hakları bulunduğunu haber vermektedir. Gerek kendi çalışması sonucu elde ettiklerinde, gerekse nafaka, mehir, miras, hibe vs. yoluyla sahip olduklarında kadın tam bir tasarrufu hürriyetine sahiptir. Erkeğin, bu sahada kadının özel mülkiyetine müdahale hakkı yoktur.
- Farz namazların kazası yoktur, tövbesi vardır.
Bu hüküm, namazın kazası konusunda Kur’an’da herhangi bir açık delalet bulunmamasından hareketle verilmiştir. Kur’an’da sarahaten yer almayan herhangi bir mesele hakkında, “Böyle bir şey yoktur; çünkü bu mesele Kur’an’da yoktur” demek doğru mudur?
Kur’an’da “İslam dini, 6 bin küsür ayetten ibarettir” gibi bir hüküm yer almadığına göre bunun doğru olmadığını söylemek zorundayız. Hatta Kur’an, Ümmet-i Muhammed’i Sünnet’e itaat ve ittibaya çağırdığına, bilmediğimiz konularda bilenlere sormamızı emir buyurduğuna göre, Kur’an’da açıkça yer almayan hususlarda Sünnet’in, Sahabe’nin ve ulemanın yol göstericiliğine başvurmak bizim için dinî bir yükümlülüktür.
Şu halde, vaktinde kılınmamış namazlar hakkında nasıl davranmamız gerektiği konusunda Kur’an bize sarahaten “şöyle yapın” demediğine göre, Sunnet’e başvurmak durumundayız. Sünnet bize vaktinde kılamadığımız namazlarımızı kaza etmemizi emrettiğine göre mesele yok. Uyuya kaldığımız için kaçırdığımız namazları uyandığımız zaman kılmamızı emir buyuran, kendisi de bir sefer esnasında ashabıyla birlikte uyuyakaldığı için kılamadığı sabah namazını güneş doğup bir miktar yükseldikten sonra kılan Efendimiz (s.a.v) ebette bu kavlî ve fiilî sünnetleriyle bize konu hakkında gerekli ve yeterli izahı yapmış olmaktadır. Efendimiz (s.a.v)’in Kur’an’a aykırı bir şey yapması –haşa– söz konusu olamayacağına göre, vaktinde kılınamayan namazlar konusunda yapılması gereken şeyin de O’nun yaptığını yapmak olduğu kendiliğinden taayyun eder.
- Kur’an’da idare sistemi şuradır.
Modern zamanlara mahsus Kur’an telakkisinin yansımalarından birisi de işbu “şura” meselesinde kendisini göstermektedir. Özeti şudur: “Kur’an’da Efendimiz (s.a.v)’e, işlerini şura/istişare ile yapması emredildiğine göre bu, aynı zamanda bize yönelik bir emirdir. Şura prensibi günümüzde ancak demokratik bir sistemde en güzel tarzda işletilebilir. Öyleyse Kur’an bize demokratik bir idare kurmamızı emretmektedir.”
“Keşke Kur’an’ın her emri konusunda aynı hassasiyet gösterilse” diye düşünmeden edemiyor insan.. Kur’an bize sadece şura/istişareyi değil, daha başka hususları da emretmektedir. İnancın titizlikle korunması, ibadetlerde hassasiyet, yaşantıda istikamet, adalet, zulmetmemek ve zulmedilmesine izin vermemek, izzetini muhafaza etmek, dürüstlük… gibi ilkeler yanında, birtakım somut hükümlerde “Allah’ın tayin ettiği sınırları aşmamak” da birer Kur’anî emirdir. Acaba şura/istişare konusundaki hassasiyeti bu ve benzeri konularda göremeyişimizi neye bağlamalıyız?
Bu, işin sadece bir yönü. Diğer yönüne gelince, evet, mü’minin sadece yönetimle ilgili hususlarda değil, daha başka alanlarda da şura/istişare ile iş görmesi gerekir. Ancak burada netleştirilmesi gereken noktalar var:
- Kur’an istişare emrini Efendimiz (s.a.v)’e vermektedir. O, Din’in tebliğ ve beyanıyla ilgili alanda –metluvv veya gayri metluvv– vahiyle hareket ettiğine göre, istişare emri bu alanın dışında kalan konularla ilgili olmalıdır. Dolayısıyla biz de şura/istişare faaliyetini, Efendimiz (s.a.v)’in tebliğ ve beyan ettiği alanın –yani Din’in muhkem emirlerinin– dışında kalan alanlarda yürütmek durumundayız.
- Kur’an Efendimiz (s.a.v)’e istişareyi emrettikten sonra, “Karar verdiğin zaman da Allah’a tevekkül et” buyurur.[6]3/Âl-i İmrân, 159. Bunu siyasî yönetim alanına taşıdığımız zaman elde edeceğimiz sonuç şudur: Yönetici, danışacak, istişare edecek ve bu istişare sonunda bir karar verecek. Yani kararı veren yine yönetici olacak. Yönetici keyfî hareket etmeyecek, işleri istişare ile yürütecek; ancak karar mercii de yine kendisi olacak.
- Danışılacak insanlar bu işin ehli olacak. Yani belli bir kurul/heyet bulunacak ve yöneticiye doğru karar alabilmesi için yol gösterecek, fikir verecek. Zira Efendimiz (s.a.v)’in fiilî uygulamalarında, Sahabe’nin tamamının görüşünü aldığını gösteren bir örnek bilmiyoruz.
Efendimiz (s.a.v)’e yönelik istişare emrinin yer aldığı ayetten çıkan sonuçlar böyle. Bir de “Onların işi aralarında şura/istişare iledir” ayeti bu bağlamda anılmalıdır.[7]42/eş-Şûrâ, 38. Bunun da Kur’an ve Sünnet tarafından belirlenen alanın dışında kalan hususlardaki hareket tarzını anlattığı bedihidir. Zira Sahabe, ne Efendimiz (s.a.v) aralarındayken, ne de O’ndan sonra Kur’an ve Sünnet tarafından hükme bağlanmış meselelerde istişare kurumunu işletmiştir. Belki Efendimiz (s.a.v)’den bir açıklamanın bulunmadığı hususlarda nasıl davranacaklarını tayin etmek üzere istişareye başvurduklarını söylemek daha doğrudur. Bir diğer deyişle onlar şuraya/istişareye, Kur’an ve Sünnet tarafından muhkem olarak belirlenmiş hükümlere alternatif hükümler belirlemek üzere başvurmamışlardır. Şuradan/istişareden demokrasi çıkaranların anlayışıyla bu tavır arasında dağlar kadar fark olduğu açıktır.
Bütün bunlar, şura/istişare ile bir yönetim biçimi olarak demokrasi arasındaki farkın “yapısal” olduğunu yeterince açık biçimde gösteriyor.
Bir hususu daha belirtelim: “Sahabe, Efendimiz (s.a.v) bir karar verdiği zaman bunun vahye dayalı olup olmadığını sorardı” tarzındaki yaygın tesbit son derece yanlıştır. Efendimiz (s.a.v) bir karar verdiği zaman Sahabe’nin, bunun vahye dayalı bir karar olup olmadığını sorması genel-geçer bir durum değildir. Yani Sahabe, Efendimiz (s.a.v)’in her emrinin, kazasının, fetvasının vahye dayalı olup olmadığını sormamıştır. Bedir savaşında ordunun nereye konaklayacağı konusu dışında Sahabe’nin Efendimiz (s.a.v)’in karar veya emrinin vahye dayalı olup olmadığını sorduğuna dair herhangi bir örnek bulunduğunu bilmiyorum. Bu münferit örnek de tamamen savaş stratejisiyle ilgilidir. Ama –hurma aşılaması meselesi de dahil olmak üzere– aksini gösteren pek çok örnek zikretmek mümkündür.
- Farz namazların kazası yoktur, tövbesi vardır.
Vaktinde kılınamayan namazlar konusunda ne yapılması gerektiği Kur’an’da belirtilmemiştir. Daha doğrusu “açık bir şekilde” belirtilmemiştir. Dolayısıyla böyle durumlarda namazların kaza edileceğini Sünnet’ten öğreniyoruz.
Efendimiz (s.a.v), uyku veya unutma sebebiyle vaktinde kılınamamış namazın bilahare kaza edileceğini kavlî ve fiilî hadislerinde ümmetine ifade buyurmuştur. Burada üzerinde durulması gereken iki nokta var:
- Vaktinde kılınmamış namazların kaza edileceğine dair Kur’an’da herhangi bir hüküm yer almadığı halde, böyle yapılacağını bildiren rivayetler Kur’an’a aykırılık teşkil etmez mi?
- Efendimiz (s.a.v), sadece uyku ve unutma sonucu kılınamamış namazların kaza edileceğini belirtmiş, amden terk edilen namazların kazasından bahsetmemiştir. Bu durumda bilerek kılınmayan namazların kaza edileceğini söylemek Sünnet’e aykırı olmaz mı?
Birinci soru hakkında şunlar söylenebilir: Kur’an’da belirtilmeyen herhangi bir şeyin Sünnet tarafından hükme bağlanamayacağını veya Kur’an’da icmalî olarak geçen hususların Sünnet tarafından detaylandırılamayacağını söylemenin hem metodolojik, hem de pratik bakımdan tutarlı yanı yoktur.
Metodolojik olarak tutarlı yanı yoktur; çünkü Kur’an, Allah Teala (c.c) ile birlikte ve O’na tebean Efendimiz (s.a.v)’e itaati de emretmekte, muhalefeti yasaklamaktadır. Bunun yanında Efendimiz (s.a.v)’in Kur’an’ı beyan sorumluluğu da bu tarz bir fonksiyonu gerekli kılar.
Pratik olarak tutarlı yanı yoktur; çünkü İslam’ın hemen bütün hükümleri Sünnet tarafından detaylandırılmış ve fiilî uygulama halinde hayata aktarılmıştır.
Dolayısıyla vaktinde kılınmamış namazlar konusunda ne yapılması gerektiğini de Sünnet’in (yani gayri metluvv vahyin) belirlemiş olmasında yadırganacak bir durum yoktur.
Burada zikretmemiz gereken bir nokta daha var: “Kim bir namazı (vaktinde) kılmayı unutursa, onu hatırladığı zaman kılsın” mealindeki hadisi nakleden kaynaklar[8]el-Buhârî, “Mevâkît”, 36; Müslim, “Mesâcid”, 309; el-Muvatta, “Vukût”, 6…, bu cümleden hemen sonra Efendimiz (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu zikreder: “Zira Allah Teala, “Ve benim zikrim için namaz kıl”[9]20/Tâ-Hâ, 14. buyurmuştur.” Efendimiz (s.a.v)’in, yukarıdaki gibi buyurduktan sonra bu ayeti okuması, –Allahu a’lem– ayet ile, vaktinde kılınamamış namazın kaza edilmesi arasında bir ilişki bulunduğunu göstermektedir. Yoksa Efendimiz (s.a.v)’in bu ayeti bu bağlamda okumasının ne anlamı olabilir?[10]Ayetin delalet vecihleriyle ilgili söylenenler hakkında bkz. el-Aynî, Umdetu’l-Karî, VI, 136.
Yukarıdaki ikinci soruya gelince, bu konuya daha önceki bir yazıda da değinmiştim.[11]Bkz. http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=567
Burada, orada zikretmediğim birkaç noktayı dikkatinize sunayım:
Birçok alim, hadiste geçen “unutma”nın “terk etme” anlamına geldiğini söylemiş ve buna da, “O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlardır; Allah da onlara kendilerini unutturmuştur”[12]59/el-Haşr, 19. ve “Allah’ı unuttular da, Allah da onları unuttu”[13]9/et-Tevbe, 67. ayetlerinde geçen “unutma”nın “terk etme” anlamında olduğunu söyleyerek delil getirmişlerdir.[14]Mesela bkz. İbn Abdilberr, el-İstizkâr, I, 300.
Keza Hendek zamanı Efendimiz (s.a.v)’in ve Sahabe’nin öğle ve ikindi namazlarını vaktinde kılamadıkları, oysa bu durumun ne “uyku”, ne de “unutma” kapsamında değerlendirilebileceği söylenerek kaza edilebilecek namazların, uyku ve unutma durumu sebebiyle kılınamamış olması gerektiğini söyleyenlerin[15]İbn Hazm bunların başında gelmektedir. Bilahare başkaları da aynı iddiayı tekrarlamıştır. bu iddiasının yerinde olmadığı ortaya konmuştur. Konuyla ilgili başka deliller ve karşı delillerinin münakaşası için İbn Abdilberr’in el-İstizkâr’ına mutlaka bakılmalıdır.[16]İbn Abdilberr, a.g.e., I, 303 vd.
8-9. Kadınların başı açık, Kur’an okumaları, namaz kılmaları caizdir. Başı örtmek, namazla ilgili değildir.
Kur’an’ın herhangi bir ayetinde kadınların başları –ve namazda örtmeleri gereken diğer yerleri– açık olduğu halde namaz kılabilecekleri zikredilmemiştir. Dolayısıyla bu hükmü Kur’an’dan çıkarmak mümkün değildir.
Denebilir ki: “İyi ama Kur’an’da kadınların bu vaziyette namaz kılamayacaklarını gösteren bir ayet de mevcut değildir. O halde bunun aksini söylemek, Kur’an’da bulunmayan bir hüküm getirmek, Kur’an’ın söylemediğini söylemek olur. Buna da kimsenin yetkisi yoktur!”
Bu itiraz ilk bakışta haklı gibi görünmektedir. Ancak biraz yakından baktığımızda bu hükmün sakatlığı hemen anlaşılır. Zira onun üzerine bina edildiği kaidenin kendisi Kur’an’a uygun değildir. Kur’an’da, “Kur’an’da yer almayan hususlarda aslolan serbestliktir” anlamına gelecek bir ayet, dolayısıyla böyle bir kaide yoktur.
Kaldı ki, Kur’an’da açıkça yer almayan öyle durumlar vardır ki, onlarda aslolanın helallık/cevaz olduğunu söylemek için aklı peynir-ekmekle yemiş olmak gerekir. Söz gelimi Kur’an’da Ramazan orucu farz kılındığı halde nelerin orucu bozduğu konusunda herhangi bir şey zikredilmemiştir. Bu bakış açısına göre şöyle demek mümkün olmalıdır: Bir kimse oruca başladıktan sonra, ne yaparsa yapsın, hangi fiili işlerse işlesin, orucu bozulmaz. Zira Kur’an’da “orucun bozulması” diye bir şey zikredilmemiştir.
Aynı şey, Fıkıh kitaplarında “namazı bozan şeyler” başlığı altında söylenenler için de geçerlidir. Söz gelimi –münferit olarak veya cemaat halinde– namaz kılan iki kişi bir yandan namaz kılarken, diğer yandan birbirleriyle sohbet edebilir mi? Yahut bir kimse namaz kılıyorken aynı anda yemek yiyebilir mi? Kur’an’da bunları engelleyen hiçbir ayet yoktur!
Yazının başında zikredilen hükmün sahibi de dahil olmak üzere, bu ve benzeri şeylerin caiz olduğunu söyleyen aklı başında hiç kimsenin varlığını bilmiyoruz. Dolayısıyla son zamanlarda açıkça ifade edilmese bile, zımnen genel kabul görmüş bir kaide gibi algılanan şu cümle asla doğru değildir: “Herhangi bir şey Kur’an’da açıkça zikredilmişse kabul ve gereğince amel edilir, yoksa reddedilir.”
Kadınların namazlarının sahih olabilmesi için nerelerinin örtülmesi gerektiği meselesi de böyledir. Bu mesele hakkında Kur’an’da özel olarak herhangi bir şey zikredilmemiştir. Hatta Kur’an’da, namaz kılacak olan kimsenin (kadın veya erkek) nerelerinin örtülü olması gerektiği konusunda da herhangi bir hüküm bildirilmemiştir. Dolayısıyla buradan hareketle özürsüz olarak çıplak vaziyette iken namaz kılmanın caiz olduğu söylenemeyeceği gibi, kadınların başları açık vaziyette namaz kılmasının caiz olduğu da söylenemez.
Bütün bu hükümler Sünnet ile sabittir. Tıpkı namaz için ezan okunması, namazın kılınış şekli vb. diğer hususlar gibi, bu meselede de Sünnet’in rehberliğini ve belirleyiciliğini reddetmek mümkün ve doğru değildir.
Efendimiz (s.a.v), “Allah, büluğa ermiş olan bir kadının namazını, ancak başörtüyle kılındığında kabul eder” buyurmuştur.[17]Ebû Dâvud, et-Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel, İbn Huzeyme, el-Hâkim ve daha başkaları rivayet etmiştir. Bkz. ez-Zeyla’î, Nasbu’r-Râye, I, 238; İbn Hacer, … Continue reading Bu sahih bir hadistir ve konu hakkında kesin bir hüküm ifade etmektedir. Meseleye delalet eden başka rivayetler de vardır.[18]Bkz. et-Tehânevî (Tanevî), İ’lâu’s-Sünen, II, 163 vd. Dolayısıyla ilgili rivayetleri, yani Sünnet’i görmezden gelerek yeni bir namaz kılma şekli ihdas etmenin Kur’an’dan onay alabileceğini düşünmek bir Müslüman için mümkün değildir.
- Hz. İsa ölmüştür, tekrar gelmeyecektir.
Adına “Kur’an Müslümanlığı” dedikleri yaklaşımın sıklıkla dile getirdiği bir konu da Hz. İsa (a.s)’ın öldüğü ve kıyamete yakın yeryüzüne gelmesinin söz konusu olmayacağı…
Bu iddia ile ilgili olarak gerek ülkemizde gerekse dışarıda hayli çalışma yapılmış bulunuyor. Modern zamanlara gelene kadar İslam Ümmeti arasında bu iddiayı ortaya atan, sahiplenen ve dillendiren kimse olmuş mudur, doğrusu ben şahsen bu konuda bir bilgi sahibi değilim.
Kur’an, Yahudiler’in “İsa’yı öldürdük” iddiasını yalanlayarak, “Onu öldürmediler, asmadılar da. Ancak onlara bir benzetme yapıldı (öldürdükleri kişi İsa gibi gösterildi)”[19]4/en-Nisâ, 157. buyurmaktadır.
Hz. İsa (a.s.)’ın öldüğünü ileri sürenler şöyle diyor: “Bu ayette Hz. İsa’nın Yahudiler tarafından öldürülmediği ifade edilmektedir. Ancak Hz. İsa, bu olaydan sonra normal bir ölümle ölmüş olmalıdır. Zira Kur’an’da, “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım…”[20]3/Âl-i İmrân, 55. buyurulmaktadır. Dolayısıyla Yahudiler’in “İsa’yı öldürdük” iddiasıyla Hz. İsa’nın ölmüş bulunması arasında bir çelişki ya da ilişki yoktur.”
Bu, meselenin yüzeysel bir şekilde ele alınmasıyla varılmış bir sonuçtur.
İbn Sîde, el-Muhassas’ta Araplar’ın “mevt” anlamında kullandığı kelimeleri saymış ve hemen her birine kadim Arap şiirinden örnekler zikretmiştir. “Vefat” kelimesinin “mevt” anlamını ifade ettiğine ise sadece Kur’an’dan bir ayet zikrederek delil getirmiştir.[21]İbn Sîde, el-Muhassas, VI, 119 vd. Bu durum, ilk defa Kur’an tarafından “vefat” kelimesinin “mevt” anlamında kullanıldığını göstermesi dolayısıyla calib-i dikkattir.
Nitekim Kur’an’da Hz. İsa (a.s)’dan bahseden ayetler içinde “vefat” kelimesinin kullanıldığı ayetler olduğu gibi, “mevt” kelimesinin kullanıldığı ayetler de vardır. Bu iki kelime arasında büyük bir fark bulunduğunu görmezden gelmek mümkün değildir. “Mevt” kelimesi dilimizdeki “ölüm”ün tam karşılığıdır. “Vefat” ise “canın alınması” anlamında ölüm için mecaz olarak kullanılmaktadır.
Kur’an, bu iki kelimenin farklı anlamlara geldiğini açıkça ifade etmektedir: “Allah alır o canları öldükleri zaman; ölmeyenleri de uyuduklarında. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini belirlenmiş bir süreye kadar salıverir.”[22]39/ez-Zümer, 42. Allah Teala uykudaki kişinin canını aldığına (Kur’an’daki ifadesiyle onu “vefat ettirdiğine”) göre, uyku, bir “mevt” hali değildir, ama bir “vefat” halidir! Dolayısıyla dilimizde aynı anlamda kullanılıyor olsa da, hatta Arapça’da da aynı durum söz konusu olsa da, aslında bu iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Dolayısıyla Hz. İsa (a.s) hakkında “vefat/teveffi” kelimelerinin geçtiği ayetlerden hareketle O’nun “ölüğünü” ileri sürmek doğru değildir.
Kur’an’da Hz. İsa (a.s) hakkında “mevt” kelimesinin geçtiği iki ayet mevcuttur.[23]4/en-Nisâ159 ve 19/Meryem, 33. Onlarda da kıyamete yakın yeryüzüne indikten sonra öleceğini söylemeye mani bir delalet yoktur.
Hz. İsa (a.s)’ın ölmediğine ve kıyamete yakın yeryüzüne ineceğine delalet eden birçok ayet mevcuttur. Ne var ki bu yazıda bunların teker teker ele alma imkânına maalesef sahip değiliz.
Hz. İsa (as)’ın akıbetiyle ilgili ayetlerin delaletinde ihtilaf bulunduğu bir an için farz edilse bile, Kur’an’ın mübeyyini ve en yetkili müfessiri olan Sünnet, meseleyi kesin biçimde açıklığa kavuşturmaktadır. Hz. İsa (a.s)’ın akıbeti ile ilgili bütün hadisler O’nun göğe kaldırıldığını ve kıyamete yakın yeryüzüne tekrar ineceğini –farklı bağlamlarda– anlatmaktadır ki, manevi mütevatir seviyesindedirler. Bu konuda daha fazla ilgi edinmek isteyenler, Daru’l-Hikme’de yaptığımız etraflı söyleşiye bakabilirler.[24]http://www.darulhikme.org/soylesi/nuzuli_isa.html, http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=soylesi&no=15
11-12. İslam’da mehdi inancı yoktur İslam inancında deccal yoktur. Ama her ulusu düşüren fasık, facir, deccaller zaman zaman çıkabilir.
Yukarıdaki satırlarda, Müslümanlar için Kur’an dışında bir kaynağın söz konusu olmayacağı varsayımından hareket edildiği görülmektedir. Oysa böyle bir varsayımın, Kur’an-Sünnet ilişkisi konusunda ne türlü problemler doğurduğunu bu seri yazının başlarında ifade etmeye çalışmıştım. Sünnet’le belirlenmiş hükümlerin tamamının Din alanının dışına atılması anlamına gelen bu yaklaşımın İslamî olmadığını da yine daha önce görmüştük.
Dolayısıyla ilke şu olmalıdır: Kur’an tarafından kesin bir şekilde reddedilenler dışında herhangi bir hususun İslam’da mevcut olmadığını söylemek doğru değildir. Kur’an’da geçmediği halde Sünnet’le sabit olan ahkâm bu söylediğimiz ilkenin en kesin delilini oluşturmaktadır.
- Gusül’de ağıza, buruna su vermek gerekmez.
Kur’an’da “gusül abdesti”nden bahseden iki ayet vardır: 4/en-Nisâ, 43 ve 5/el-Maide, 6. Ancak bu ayetlerde gusül abdestinin nasıl alınacağı konusunda en küçük bir tafsilat yoktur. Sadece 5/el-Mâide, 6. ayette “Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin (fe’ttahherû)” buyurulmuştur. Her ne kadar buradaki “fe’ttahherû” kelimesindeki vurgu, gusül abdesti alırken suyun bütün bedene ulaştırılması konusunda titizlik gösterilmesi gerektiğini ifade ediyor ise de, saç dipleri, tırnak araları, (kadınlar için) kulaktaki küpe delikleri… gibi yerlere suyun ulaştırılmasının zorunlu olup olmadığı gibi tafsilatı burada bulamayacağımız aşikâr. Dolayısıyla “suyu buralara ulaştırmamış kimse bu kelimenin anlattığı şeyi yapmış, yani “iyice temizlenmiş” olur mu? sorusunun cevabı yoktur. Ağza ve buruna su vermenin hükmü hakkında da aynı şey geçerlidir.
Hatta bu ifadedeki vurgunun, –suyun bütün bedene ulaştırılmasını değil de– vücuttaki kirleri çıkaracak şekilde bedenin iyice ovularak yıkanması gerektiğini anlattığı ileri sürülecek olursa, bunun da yanlış olduğu söylenemez.
Nihayet doğrudan Kur’an ayetlerinden hareketle nasıl gusül abdesti alacağımızı, belki namaz abdestine kıyasla tayin edebiliriz. Ama bu sefer de, namaz abdestinde hangi azalar yıkanıyorsa, gusül abdestinde de o azların yıkanması gerektiği sonucu ortaya çıkar. Bu ise “gusülde ağıza ve buruna su vermek yoktur” tarzındaki iddiayı nakzeder.
Sonuç olarak gusül abdestinin nasıl alınacağı ve gusülde suyun bedenin nerelerine ulaştırılması gerektiği konusunda Sünnet’e başvurmaktan başka bir yol yoktur. Sünnet ise gusülde ağıza ve buruna su vermek gerektiğini tayin etmektedir. (Mezhepler arasında bunun hükmü konusundaki ihtilaf konu dışı olduğu için burada meselenin sadece mezhepler arasında müşterek olan kısmı söz konusu edilmektedir.)
Söz buraya gelmişken 4/en-Nisâ, 43. ayetteki ilginç bir duruma işaret edelim: Bu ayette şöyle buyurulmaktadır: “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Cünüp iken de –yolcu olanlar müstesna– gusül abdesti alıncaya kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest bozmaktan gelince ya da cinsî münasebette bulunup, su da bulamazsanız o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin.”
Bu ayette, yolculuk halindeyken gusül abdesti almayı gerektiren bir durum yaşayanların, gusül abdesti almayabileceği, bunun yerine teyemmüm ederek namaz kılabileceği zikredilmektedir.
“Kur’an Müslümanlığı” söylemini benimseyenlerin bu ayetten hareketle yolcuyken cünüp oldukları zaman, şartlar ne olursa olsun, mutlaka teyemmüm ederek namaz kılmaları gerekir. Zira Kur’an’ın açık ifadesi bunu gerektirmektedir!
Oysa durumu Sünnet’e havale ettiğimizde şunu görüyoruz: Bu hüküm, yolculuk halinde su bulunmaması, mevcut suyu –olumsuz iklim şartları vs. dolayısıyla– kullanamama hali ya da benzeri bir gerekçeyle gusül abdesti alamayanlara getirilmiş bir ruhsatı ifade etmektedir.
- Kur’an’da şefaat yoktur.
Şefaat konusu modern dönem İslam araştırmalarında en önemli gündem maddelerinden birisini oluşturmaktadır. “Kur’an İslamı” söyleminin ne kadar “Kur’anî” bir söylem olduğunu test etme imkânı sağlayacağı, aynı zamanda itikadî bir boyuta da sahip bulunduğu için bu meseleyi Kur’an merkezinde biraz detaylı olarak ele almakta fayda var.
Evet, Kur’an’da şefaatin kabul edilmeyeceğini, (2/el-Bakara, 48, 123), fayda vermeyeceğini (74/el-Müddessir, 48), Allah Teala’dan başka dost ve şefaatçinin bulunmayacağını (6/el-En’âm, 51, 70; 32/es-Secde, 4; 39/ez-Zümer, 43) ifade eden ayetler mevcut olduğu gibi, esasen “şefaat” diye bir şeyin hiç söz konusu olmayacağını ifade eden ayetler de vardır (2/el-Bakara, 254).
Ancak mesele bu kadarla sınırlı değildir. Burada işaret edilen ayetler mutlak ifadelidir ve başka ayetler tarafından takyid ve tefsir edilmiştir. Söz gelimi, şefaatin hiç söz konusu olmayacağını bildiren ayet, bu cümleden sonra okuyacağınız cümleler içinde işaret ve zikredilecek olan ayetler tarafından takyid ve tefsir edilmiştir. Bu demektir ki ahirette şefaat vardır ve fakat bir kısmı geçersizdir. (“Geçerli olan şefaat var mıdır?” sorusunun cevabını ise biraz daha aşağıda göreceğiz.)
Yine bu çerçevede şefaatin fayda vermeyeceğini haber veren ayet, 36/Yâ-sîn, 23 ve 43/ez-Zuhruf, 86. ayetler tarafından tefsir edilmiştir. Buna göre şefaati fayda vermeyecek olanlar, Allah Teala dışında ilah edinilen varlıklardır. Dolayısıyla şefaate malik olmayanlar da bunlardır.
Aynı şekilde şefaatin fayda vermemesi de mutlak değildir. Şefaat, belli bir kesim için fayda vermeyecektir. Kendileri için şefaatin fayda vermeyeceği kimselerin “inkârcılar ve zalimler” olduğunu, 7/el-A’râf, 51 vd.; 40/el-Mü’min, 18 gibi ayetlerden öğreniyoruz.
Keza, Allah Teala’dan başka şefaatçinin bulunmadığını ifade eden ayetler de, bir kısım varlıklara diğerlerine şefaat etme konumu vermenin münhasıran Allah Teala’ya mahsus bir hüküm ve iş olduğu anlamındadır. Bunu, 39/ez-Zümer, 44. ayetin ifadesinden anlıyoruz.
Bütün bunlar gösteriyor ki, ahirette “şefaat” diye bir şey söz konusu olacak ve fakat bir kısım şefaat talepleri ve beklentileri karşılıksız kalacaktır.
Bu durum, şefaatin bir kısmının Allah Teala nezdinde geçerli/muteber olacağının tersinden anlatımıdır aynı zamanda. Bu gerçeği sadece bu durum değil, şefaatin fayda vereceğini doğrudan ifade eden ayetler de açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Peki bu nasıl olacaktır? Bu noktayla ilgili ayetleri üç grupta toplayabiliriz:
- Şefaatin Allah Teala izin verdikten sonra gerçekleşeceğini ifade eden ayetler: 2/el-Bakara, 255; 10/Yûnus, 3; 34/Sebe’, 23 bunlardandır.
Bu ayetler hakkında şöyle denebilir: “Bu ayetlerde sadece “şefaatin Allah Teala’nın iznine bağlı olduğu” haber verilmektedir. Söz konusu iznin verilip verilmeyeceği belli değildir. Dolayısıyla bu ayetlerden hareketle Kur’an’da şefaatin yer aldığı söylenemez.”
Ancak aşağıda işaret edilen ayetler böyle bir itirazın yerinde olmadığını göstermektedir:
- Şefaatin, sadece Allah Teala’nın şefaat etme izni vereceği varlıklarca yerine getirileceğini bildiren ayetler: 19/Meryem, 87; 20/Tâ/hâ, 109; 43/ez-Zuhruf, 86; 34/Sebe’, 23. Bu son ayet, Allah Teala’nın şefaat yetkisi tanıdığı varlıkların şefaatinin fayda vereceğini açık bir şekilde ifade etmektedir. Keza Meryem suresindeki ayet, şefaat edecek olanların, bunun için Allah Teala’dan söz aldıklarını ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir.
- Yalnızca Allah Teala’nın şefaat edilmesine rıza gösterdiği kimselere şefaat edilecektir. 21/el-Enbiyâ, 28 ve 53/en-Necm, 26. ayetleri bu durumu ifade etmektedir.
Durum buyken, “Kur’an’da şefaat yoktur” demenin, önyargıdan ve kasıttan kaynaklanmıyorsa, cehaletten kaynaklanan bir çarpıtma olduğunu söylemek zorundayız…
- İslam’ın din bilgisi kaynağı akıl ve Kur’an’dır.
Burada yeni bir “edille-i şer’iyye” tesbit ve anlayışının mevcudiyeti söz konusudur. Bu anlayışın temeli İslam’ın modernite ile bağdaştırılmasına dayanmakta, gerekçesini de Kur’an’dan başka “hatadan masun/korunmuş” bir kaynak olmadığı kabulü oluşturmaktadır.
Kur’an’dan başka kaynak olmadığı kabul edildiğinde, İslam adına sadece Kur’an’dan akıl rehberliğinde elde edilecek hükümler söz konusu olmaktadır. Burada temel birkaç problem bulunmaktadır:
- “Sünnet’in rehberliği”nin yerini burada “akıl” almaktadır. Ama aklın –hakkındaki bütün olumsuz itham ve iddialara rağmen– Sünnet verilerinden daha müstakim, daha doğru, daha hatasız ve daha tutarlı olduğuna dair elimizde ne var?
Allah’ı inkâr eden felsefî akımlardan, yüzlerce bid’at fırkaya kadar birbiriyle bağdaştırılması mümkün olmayan sayısız oluşum hep akla dayanmıştır. Yani burada soru şudur: Kur’an’ın bize ne dediğini ve bizden ne istediğini “doğru” biçimde tesbit edecek olan akıl hangi akıldır ve o akıl hangi ilkelere göre çalışacaktır?
Bu seri yazı boyunca iddia ve tesbitlerini tartışma konusu yaptığımız aklın, müşriklere, Kitap ehline ya da bid’at gruplara ait olmadığı ortadadır. Zira iddia ve tesbitleri, bu gruplardan hiç birisininkiyle örtüşmemektedir. Söylemek zorundayız ki, öncelikle bu aklın kendisini tam olarak ifade problemi vardır ve bu aklın hangi ilkeler doğrultusunda çalıştığı konusunda elimizde hiçbir veri mevcut değildir.
“Bu aklın iddia ve tesbitlerinin makbuliyeti, mezkûr kategorizasyon içinde yer almasına bağlı değildir; “sadece Kur’an ve akıl” diyenler de ayrı bir kategoriyi oluşturmaktadır” denecek olursa, biz de deriz ki: “O halde “sadece Kur’an ve akıl” diyenlerin, “sadece Kur’an ve akıl” demek dışında başka mümeyyiz vasıfları da olmalıdır. Oysa böyle diyenlerin kendi aralarında dahi kelle sayısı kadar gruba ayrılmış bulunduğu vakıası inkâr edilemez bir hakikattir. Böyle diyenlerin, ukubattan muamelata, şefaat, sırat, mizan… vb. gaybî hususlardan Fıkh’ın füruatına kadar hemen her konuda farklı görüşler benimsemiş bulunmasını izah etmek mümkün değildir.
- Yukarıdaki son cümlenin de işaret ettiği gibi, “sadece Kur’an ve akıl” söylemini, Sünnet’i, Sahabe otoritesini ve İcma’ı “din dışı” ilan etmesi, bu delillerin (rehberlerin) bizi yanlış yönlendirdiği kabulüne dayanıyorsa, ne idüğü belirlenememiş olan bu aklın arkasına düştüğümüzde nereye varacağımızı bilmemiz gerekiyor. Kuş bakışı baktığımızda “Sosyalist İslam”dan “Liberal İslam”a kadar bir sürü saçma sapan ideolojinin, küfür ve ilhadda Karmatîlik, Batınîlik… gibi tarihte kalmış olanların yerine sahne alan Bahaîlik/Babîlik, Kadıyanîlik… gibi çağdaş sapkınlıkların, Amina Wadud, Abdülkerim Süruş, gibi “kim ve ne adına konuştuğu” en az “ne konuştuğu” kadar önemli ve calib-i dikkat olan isimlerin bu Ümmet’i nereye götüreceği sorusunun cevabı biraz basiret sahibi olanlara gizli değildir.
- Sünnet’in korunmuşluğu, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat ve ittiba, O’na muhalefetten sakınma, keza ilim ehline ittiba, bizzat Kur’an’ın muhtelif delalet vecihleriyle ortaya koyduğu gerçeklerdir. (Bütün bu hususlar bu köşede sıklıkla ele alındığı ve gerekçeleriyle ortaya konduğu için burada onların delil ve gerekçeleri üzerinde durmuyorum.) Dolayısıyla bizi bu gerçeklere karşı kör ve sağır davranmaya çağıran hiçbir yaklaşım Kur’an adına ciddiye alınamaz!
- “Sadece Kur’an” diyenler, bizi aslında “sadece kendi Kur’an anlayışlarına” çağırıyor. Edille-i Şer’iyye’nin diğer unsurlarının yanlış/yanıltıcı, bu efendilerin aklının doğru/doğrultucu olduğunu kabul eden bir yaklaşıma Kur’an adına da, akıl adına da “Allah selamet versin” deyip geçmek gerekir…
- İslam inancında deccal yoktur. Ama her ulusu düşüren fasık, facir, deccaller zaman zaman çıkabilir.
“Kur’an Müslümanlığı” söylemini benimseyenler, “Her ne ki Kur’an’da sarahaten zikredilmemiştir, o İslam’da yoktur” anlayışına dayandığı ve de Kur’an’da Deccal ile ilgili herhangi bir tasrihat bulunmadığı için İslam inancında Deccal olmadığı iddiasındadır. Oysa Kur’an’da sarahaten yer almayan bir şeyin İslam dışı olduğu tezinin ne kadar yanlış ve temelsiz olduğunu bu seri boyunca değişik vesilelerle görmüş bulunuyoruz.
İslamî epistemolojinin (bilgi kaynakları) en temelinde Kur’an vardır. Ancak tek kaynak Kur’an değildir. Mütevatir Sünnet ve İcma da bağlayıcı olan ve kesin ilim ifade eden kaynaklardır. Onların ardından mütevatirin altındaki kategorileri oluşturan (meşhur ve ahad) haberler gelir.
Yerine göre bu son iki kategoride yer alan rivayetler de ilim bildirir. Ümmet’in uleması tarafından kabul ve gereğince amel edilmiş bulunan rivayetler böyledir mesela…
Deccal konusundaki hadisler de mütevatir haber kategorisindedir. Birçok Hadis alimi bu gerçeğin altını çizmiştir. İmam et-Tirmizî, Mücemmi’ b. Câriye (r.a)’ın Deccal konusundaki hadisini –ki sahih olduğunu belirtmiştir– zikrettikten sonra şöyle der: “Deccal konusunda İmrân b. Husayn, Nâfi’ b. Utbe, Ebû Berze, Huzeyfe b. Esîd, Ebû Hureyre, Keysân, Osman b. Ebi’l-Âs, Câbir, Ebû Ümâme, İbn Mes’ûd, Abdullah b. Amr, Semure b. Cündeb, en-Nevvâs b. Sem’ân, Amr b. Avf, Huzeyfe b. el-Yemân (r.anhum)’dan gelen hadisler de vardır.”[25]et-Tirmizî, Fiten”, 61.
Onun bu ifadesini nakleden İbn Kesîr de şunları söyler: “et-Tirmizî, isimlerini zikrettiği bu sahabîlerin, Deccal’ı zikreden ve Hz. İsa (a.s) tarafından öldürüleceğinin haber veren rivayetleri naklettiğini belirtmek istemiştir. (Hz. İsa (a.s) tarafından öldürüleceği veya başka bir hususla ilişkilendirilmeden) Deccal’ın sadece zikrinin geçtiği rivayetlere gelince, sayıları cidden çok fazladır. Bu rivayetler, dört bir yana yayılmış olması ve sahih ve hasen hadislerin zikredildiği kitaplarla müsnedlerde pek çok ravi tarafından nakledilmiş olması hasebiyle hesaba gelmeyecek kadar fazladır.”[26]İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, I, 768 (4/en-Nisâ, 155-259. ayetlerinin tefsiri esnasında).
Deccal hadislerinin mütevatir olduğunu söyleyen sadece İbn Kesîr değildir. Hz. İsa (a.s) tarafından öldürülecek olması dolayısıyla, “nüzul-i İsa (a.s)” rivayetleri aynı zamanda zuhur-i Deccal’a da delalet etmektedir. Dolayısıyla nuzul-i İsa (a.s) rivayetlerinin mütevatir olduğunu söyleyen ulema, aynı zamanda Deccal hadislerinin de mütevatir olduğunu söylemiş olmaktadır.
Bütün bunların yanında Deccal’ın zuhurunun hak olduğu meselesinin hemen bütün Ehl-i Sünnet Akaid/Kelam kitaplarında açıkça zikredilmiş olması da hesaba katıldığında şu husus kendiliğinden ortaya çıkmaktadır: Tarih içinde bir kısım bid’at ehli dışında Deccal’ın zuhurunun hak olduğuna ve buna inanmak gerektiğine itiraz eden kimse olmamıştır. Dolayısıyla günümüzde de bu mesele hakkında –hangi gerekçeyle olursa olsun– olumsuz tutum içinde olanlar, yani Deccal’ın zuhurunu inkâr edenler bid’at ehlidir ve öyle anılmalıdır. Zira mesele sadece Deccal diye bir varlığın kıyamete yakın ortaya çıkacağı, yeryüzünde büyük bir fitneye sebep olacağı, Hz. İsa (a.s) tarafından öldürüleceği… vs. meselesi değildir. “İslam’da Deccal inancı yoktur” diyenler, Din çerçevesi içinde “tevatür”ün fonksiyonu ve ne anlama geldiği konusuna şaşı bakanlardır… Dolayısıyla onların Din tasavvurunun problemli olduğunu söylemek durumundayız.
Yazının başında yer alan cümlenin son kısmının meseleye doğrudan veya dolaylı bir taalluku olmadığı için üzerinde ayrıca durmaya gerek görmedim.
- Kuranda İslam ve iman ayrıdır.
Kur’an’da “iman” ve islam” kelimelerinin ayrı ayrı geçtiği ayetler vardır. “Bedevîler, “İman ettik” dediler. De ki: “Siz henüz iman etmediniz. Ancak iman kalplerinize yerleşmemiş olduğu halde “İslam’a girdik” deyin. Ve eğer Allah’a ve Resulü’ne itaat ederseniz amellerinizden hiçbir şey eksilmez. Çünkü Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir”[27]49/el-Hucurât, 14. ayeti bunlardan biridir.
Yazının başında yer alan tesbit de bu duruma dayanılarak yapılmıştır. Ancak mesele bu kadarla sınırlı değildir.
Bu iki kelime Kur’an’da, –buradaki gibi– aralarında fark bulunduğunu ihsas eder tarzda geçtiği gibi, aynı anlamda olduklarını belirtir tarzda da geçmektedir. Hz. İbrahim (a.s) ile, Lut kavmini helak etmek üzere gönderilmiş melekler arasında geçen konuşmanın nakledildiği ayetler[28]51/ez-Zâriyât suresinin 24 ve devamı ayetler. “mü’min” ile “müslim” arasında bir fark olmadığını anlatmaktadır. Ehl-i Sünnet’in görüşünün delillerinden birisini teşkil eden 35 ve 36. ayetlerin meali şöyledir: “Orada (Lût’un çevresinde) bulunan mü’minleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başkasını bulamadık.”
Gerek buradaki kullanım, gerekse yazının başında zikredilen ayet ve konuyla ilgili diğer veriler üzerinde derinlemesine düşündüğümüzde şunu görüyoruz: “Mü’min” ve “Müslim” kelimeleri arasında bir umum-husus ilişkisi vardır. “Mü’min” kelimesi daha dar, “Müslim” kelimesi ise daha umumî bir anlam sahasına sahiptir. Zira “iman” kalp ile ilgili iken “islam” zahirde, azalarda ve davranışlarda kendisini gösterir.
Ancak şu da açıktır ki, “iman” kalp ile ilgili olmakla birlikte onun dile/zahire yansıması da vardır. Yani iman kalpte olmakla birlikte, onun dil ile ikrar boyutu da vardır. Dil ile ikrar ise kalpteki bir mevcudiyetin dışa/zahire yansıması demektir. İşte bu aşamada işin içine azalara/zahire yansıma girdiği için burası “iman” ile “islam”ın kesiştiği alandır.
Bu itibarla şöyle demek yanlış değildir: “İman” ile “islam”ın –biri hususî, diğeri umumî olduğu cihetle– ortak bir kapsama alanı vardır. Ehl-i Sünnet bu alanı itibara alarak bu iki kelimenin aynı şeyi anlattığını söylemiştir.
İmam Ebû Hanîfe de el-Fıkhu’l-Ekber’inde “iman”ın ikrar ve tasdik, “islam”ın da Allah Teala’nın emirlerine teslimiyet ve boyun eğme olduğunu belirerek bu iki kelime arasında lügat anlamları itibariyle fark bulunduğunu vurguladıktan sonra son derece önemli bir noktaya parmak basar: Dinî hüküm noktasında islamsız iman ve imansız islam olmaz. Bu ikisi zahir ile batın, iç ile dış gibidir.
Elmalılı merhum, yukarıda mezkûr 49/el-Hucurât, 14. ayetin tefsiri esnasında bu mesele üzerinde hayli genişçe durmuştur.[29]Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 4482 vd. Ayrıca bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XXVIII, 140 vd.; 219 vd. Keza tefsirlerin, yukarıda zikredilen ayetlerin geçtiği yerlerde yaptığı açıklamalara da bakılmalıdır.
Hasılı yazının başında –”Kur’an İslamı”nı savunanlardan naklen– zikredilen tesbit, meseleye tek yanlı bakıldığını göstermektedir. Kur’an’da bu iki kelimenin mutlak anlamda farklı oldukların gösterir tarzda zikredildiğini söylemek mümkün değildir.
- Kuran’ın bütün emirleri İslam’ın şartıdır.
Bu tesbit Usul formasyonundan yoksun bir bakış açısının ürünüdür. Zira “İslam’ın şartları” nitelemesiyle yaygın olarak bildiğimiz, Efendimiz (s.a.v)’in –başta Cibrîl (a.s) hadisi olmak üzere– birçok rivayette bizzat ifade buyurduğu hususlardan müteşekkil alandır.
Bu alanın “levazımatı” (olmazsa olmazları) vardır, “tahsiniyat” kabilinden olanları vardır ve bunların her biri, doldurduğu boşluğa göre önem arz eder.
Mesela namaz, oruç ve diğer ibaretler, bir kimsenin Müslüman olması, İslam çerçevesi içinde addedilmesi için olmazsa olmaz hususlardır. Yani “İslam’ın şartları”dır. Ama –söz gelimi– Efendimiz (s.a.v)’in, “Kişinin, kendisini ilgilendirmeyen hususlara dalmaması Müslümanlığının güzelliğindendir”[30]el-Muvatta, Ebû Dâvud, et-Tirmizî, İbn Mâce… hadisi, kendisini ilgilendirmeyen hususlara dalmamanın Müslüman sayılmak için “şart” olmadığını açıkça iade etmektedir.
Bu durum Kur’an’da emir kipiyle yer alan ifadeler için de geçerlidir. Yani bu şekildeki her ifadenin “İslam’ın şartı” olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kur’an’da, “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için; sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar”[31]2/el-Bakara, 187. buyurulmuştur.
Konumuz bakımından hayli enteresan bir ayettir bu. Zira birden fazla emir kipi ihtiva etmekte ve fakat bu emirlerin her biri vücub, nedb, ibaha (bağlayıcı emir, teşvik, serbestiyet) bildirme noktasında birbirinden farklılık göstermektedir.
“Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın” cümlesi ibaha bildirmektedir. Zira hem sözün bağlamından, hem de halin icabından ve ilgili diğer delillerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Ramazan gecelerinde cinsel bileşme farz, vacib, sünnet veya mendub değildir. Sadece “mübah” (serbest kılınmış) dır.
Aynı cümlenin “Allah’ın sizin için takdir ettiğini isteyin” kısmı için de farziyet, vücubiyet… ten bahsetmek doğru değildir.
“Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için; sonra akşama kadar orucu tamamlayın” cümleleri için de benzer bir durum söz konusudur. Sahur yemeği yemek farz ya da vacip değildir. Buna mukabil orucu akşama kadar –bir şey yiyip içmeden– devam ettirmek farzdır.
Ayetin sonundaki “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın” ifadesi, evvelinde yer alan hususların tamamının bağlayıcılık bakımından aynı derecede olduğu anlamına gelmez. Zikredilen hususların her birinin yerli yerinde değerlendirilmesi, olması gereken yere konması gerektiğini anlatır.
Yazının başında yer alan soru metnindeki tesbit esas alındığında bu ayet içinde emir kipiyle yer alan hususların tamamının “İslam’ın şartı” olduğunu söylemek gerekecektir. Buna göre bir kimse sahur yemeği yemediği ya da Ramazan gecesi eşiyle birleşmediği için İslam’ın şartlarını ihlal etmiş ve doğal olarak Din’in dışına düşmüş olacaktır!! Aklı başında bir kimsenin böyle bir şey söylemesi mümkün değildir..
- Tövbe kefaretten daha büyük cezadır.
Bu tesbitin neye dayandığını tesbit etmek mümkün değildir. Eğer mesele sadece mükellefin cezalandırılması noktasından ele alınıyor ise, keffaretin daha ağır bir ceza olduğu aşikârdır. Zira keffaret mükellefe birtakım malî ve/veya bedenî yükümlülükler getirmektedir. Tevbede ise böyle bir durum söz konusu değildir.
Keffaret –bilindiği gibi– 4 türlüdür: Zıhar keffareti, hata ile öldürme kefareti, Ramazan orucu tutarken gündüz bilerek cima etme keffareti ve yemin keffareti.
Keffaret gerektirecek bir fiil işlemiş olan mükellef, kefaretin gereğini yerine getirmekle hem bir anlamda hatasının bedelini ödemiş olmakta, hem de sevap kazanmaktadır. Bir diğer deyişle keffaret bir cihetten ibadet, bir cihetten de cezadır. Zira farklı keffaret türleri yerine getirilirken ya fakirlere yardım yapılmakta veya oruç tutulmakta yahut köle azat edilmektedir. Bütün bunların sevap getirici hususlar olduğu açıktır. Dolayısıyla mükellef bir yandan hatasının bedelini öderken, diğer yandan da sevap kazanmaktadır.
- Kur’an’da kadere iman yoktur.
Kadere imanın, modernistleri en fazla kışkırtan meselelerden biri olduğu malumdur. Zira kadere imanın, rasyonalite ile bağdaştırılması hayli müşkildir.
Öncelikle kader meselesinin, sırrına kimsenin tam anlamıyla vakıf olamadığı bir “sır” olduğunu bilmek gerekir. Kelam kitaplarında gördüğümüz uzun uzadıya tartışmalar, izahlar, itirazlar ve karşı itirazlar bu meselenin çözümünün mümkün olmadığının en açık delilidir.
Meselenin modernistleri rahatsız eden yönü şudur: Kader inancı insanın iradesizliğinin kabulü üzerine oturmakta, bu da “kadercilik”e yol açmaktadır. Oysa insan iradesini istediği istikamette kullanmakta özgürdür. Fiillerinden dolayı sorumlu tutulmasının anlamı da buradadır. Allah Teala insanı herhangi bir şey yapması için zorlamaz…
Oysa kadere iman, imanı ve yakini genel olarak bizimkinden daha kuvvetli olduğunda şüphe bulunmayan bizden önceki nesillerde herhangi bir arızaya yol açmamıştır. İnsanlık tarihinin müşahede ettiği en muhteşem medeniyetleri kuranlar onlar olduğuna göre, kader inancı konusunda modernistlerde bir kafa karışıklığı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Modern insan, hayrın da şerrin de Allah Teala’nın takdiriyle olduğunu kabullendiğinde yeryüzü egemenliğini kaybedeceğini bilmekte, buna yanaşmadığı için kaderi ve takdiri reddetmeyi tercih etmektedir. Ona göre başarı ve başarısızlık, iyilik ve kötülük matematik bir kesinlikte ve mutlak olarak insan iradesinin ürünüdür.
Oysa Kur’an’da şöyle buyurulur: “Yeryüzünde vuku bulan ve nefislerinizde meydana gelen hiçbir kötülük yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphe yok ki bu, Allah’a göre pek kolaydır. Bu, elinizden çıkan şeylere üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiğiyle şımarmayasınız diyedir. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (57/el-Hadîd, 22-3)
Bu ayet, “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir” (4/en-Nisâ, 79) ayetiyle birlikte ele alındığında, insanın, başarı olarak gördüğü hususları kendinden bilerek böbürlenmesi için hiçbir sebep olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Evet belki Kur’an’da “kadere iman edin!” diyerek bizi doğrudan kadere imana çağıran bir ayet yok. Ama yukarıda zikredilenler ve daha pek çok benzerleri bize şunu ikaz edip durmaktadır: Başımıza gelen her musibet, kadere imanı inkâr da dahil olmak üzere kendi ellerimizle işlediklerimiz yüzündendir.
- Kuran’a gidip fıkhın, tasavvufun, kelamın, hüküm ve kurallarını gözden geçirip değiştirmenin temel kuralı şudur: Günümüzün şartlarına göre ayetleri insanın, toplumun, yararına göre yorumlamak. Kuran’ın amacı insanın yararıdır.
“Kur’an Müslümanlığı” başlığı altında 15 yazı ve 20 madde halinde ele aldığımız hususların hülasası bu son maddede kendisini gösteriyor. Zira Kur’an’ın amacını “insanın yararı” olarak tayin eden bu anlayış, insanın heva ve heveslerini hayatın merkezine koymakla ölümcül hatayı en baştan işlemiş oluyor. İnsanın yararının her türlü hayrın başı olduğunu kim söylüyor? Diyelim ki Allah Teala da buna itibar edilmesini emrediyor. İyi ama insanın yararının nerede olduğunu kim tayin edecek?
Hasılı, modern zamanlarda uğradığımız evrensel hüsran ve inkisar, maruz kaldığımız binbir zillet, ezelî ve ebedî hakikatle aramıza mesafe koymamızdan kaynaklanıyor. Bizler, onu kendisi olarak anlayıp özümseyerek gereğini yapmaya yanaşmayıp, hayatın temeline ilahî iradeyi değil modern değerleri koyma ısrarımızı sürdürdükçe oradan oraya savrulmaya devam edeceğiz…
Milli Gazete – 17, 24 Şubat – 2, 9, 16, 23, 30 Mart – 6, 13, 20, 27 Nisan – 4, 11, 25 Mayıs ve 1 Haziran 2008.
Kaynakça/Dipnot
↑1 | Yukarıda bahsi geçen sualler. Bu yazı, seri gazete yazıları olduğu için bu sayfada birleştirilmiştir. Web Editörü. |
---|---|
↑2 | 4/en-Nisâ, 34. |
↑3 | Bkz. 2/el-Bakara, 273; 3/Âl-i İmrân, 156; 4/en-Nisâ, 94, 101; 5/el-Mâide, 106… |
↑4 | İbn Abbâs (r.a)’ın ifadesi için bkz. el-Kurtubî, el-Câmi’, III, 107. |
↑5 | Bkz. Ali el-Karî, Minahu’r-Ravdi’l-Ezher, 322-3. |
↑6 | 3/Âl-i İmrân, 159. |
↑7 | 42/eş-Şûrâ, 38. |
↑8 | el-Buhârî, “Mevâkît”, 36; Müslim, “Mesâcid”, 309; el-Muvatta, “Vukût”, 6… |
↑9 | 20/Tâ-Hâ, 14. |
↑10 | Ayetin delalet vecihleriyle ilgili söylenenler hakkında bkz. el-Aynî, Umdetu’l-Karî, VI, 136. |
↑11 | Bkz. http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=567 |
↑12 | 59/el-Haşr, 19. |
↑13 | 9/et-Tevbe, 67. |
↑14 | Mesela bkz. İbn Abdilberr, el-İstizkâr, I, 300. |
↑15 | İbn Hazm bunların başında gelmektedir. Bilahare başkaları da aynı iddiayı tekrarlamıştır. |
↑16 | İbn Abdilberr, a.g.e., I, 303 vd. |
↑17 | Ebû Dâvud, et-Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel, İbn Huzeyme, el-Hâkim ve daha başkaları rivayet etmiştir. Bkz. ez-Zeyla’î, Nasbu’r-Râye, I, 238; İbn Hacer, et-Telhîsu’l-Habîr, I, 279. |
↑18 | Bkz. et-Tehânevî (Tanevî), İ’lâu’s-Sünen, II, 163 vd. |
↑19 | 4/en-Nisâ, 157. |
↑20 | 3/Âl-i İmrân, 55. |
↑21 | İbn Sîde, el-Muhassas, VI, 119 vd. |
↑22 | 39/ez-Zümer, 42. |
↑23 | 4/en-Nisâ159 ve 19/Meryem, 33. |
↑24 | http://www.darulhikme.org/soylesi/nuzuli_isa.html, http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=soylesi&no=15 |
↑25 | et-Tirmizî, Fiten”, 61. |
↑26 | İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, I, 768 (4/en-Nisâ, 155-259. ayetlerinin tefsiri esnasında). |
↑27 | 49/el-Hucurât, 14. |
↑28 | 51/ez-Zâriyât suresinin 24 ve devamı ayetler. |
↑29 | Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 4482 vd. Ayrıca bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XXVIII, 140 vd.; 219 vd. |
↑30 | el-Muvatta, Ebû Dâvud, et-Tirmizî, İbn Mâce… |
↑31 | 2/el-Bakara, 187. |