Prof. Dr. Hayreddin Karaman hocanın kendi sorduğu “İslam’da Ne Var Ne Yok” sorusuna verdiği cevaplar içinden medar-ı itiraz gördüğüm hususları ihtiva eden yazılara bugün son vermiş olacağım. Bir “toparlama yazısı” olarak bu yazıda birkaç hususun altını çizmeyi gerekli görüyorum:
Söz konusu yazılara girizgâh olarak kaleme aldığı satırlarda Karaman hoca şöyle demişti:
“Örneklere geçmeden önce “İslam’da şu var, bu yok” demenin “usulü” üzerine bir iki cümle yazalım.
“Üzerinde ittifak edilmiş inanç, ibadet ve hayat kuralları “İslam’da vardır”, bunlar için bir mümin “Bu İslam’da yok” diyemez.
“Müctehidler, müfessirler, kelamcılar, sûfîler (ehliyet sahibi İslam alimleri) bir konuda farklı görüş, yorum, ictihad ileri sürmüş olurlarsa “göreceli olarak; yani filan alime, mezhebe, yoruma göre İslam’da var, filana göre yok veya farklı” denir.
“Muteber İslam alimleri ittifakla bir hüküm, kural veya uygulamanın İslam’a aykırı olduğunu, İslam’da böyle bir şeyin olmadığını açıklamış olurlarsa “bu da İslam’da yoktur” kısmına girer.
“İslam alimlerinin hüküm ve kararları, beşer üstü bir bilgi kaynağına değil, çalışan herkesin elde edebileceği “İslam ilmine” dayanır. İslam ilminin kaynağı vahiy ve -duyu organlarının verileri de dahil olmak üzere- akıldır.
“İman esaslarının mümin olmak için şart; namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetlerin -ehliyet şartlarına göre- farz olması, alkollü içki kullanmanın, zinanın, faizin, yalanın, iftiranın, haksızlığın (zulmün)… haram olması İslam’da vardır; detayları tartışılabilir, ama asılları tartışma dışıdır…”
İbretle görüyoruz ki, bu genel çerçeveyi çizen de, ona aykırı hareket eden de hocanın kendisidir. Nasıl mı? Yukarıdaki iktibasta geçen “Muteber İslam alimleri ittifakla bir hüküm, kural veya uygulamanın İslam’a aykırı olduğunu, İslam’da böyle bir şeyin olmadığını açıklamış olurlarsa “bu da İslam’da yoktur” kısmına girer” cümlesini alın ve hocanın “İslam’da yoktur” dediği meselelere uygulayın. Greceksiniz ki hocanın “İslam’da yoktur” başlığı altına soktuğu meselelerin hiç birisi bu ilkeyle örtüşmüyor. Ne recm meselesinde, ne taaddüd-i zevcat meselesinde, ne de “kadının dövülmesi” ifadesiyle ele alınan meselede ve diğerlerinde muteber İslam alimleri ittifakla “İslam’da böyle bir şey yoktur” demiştir.
Hal böyleyken hoca bu meselelerin İslam’da olmadığını kimi zaman başlığa çekerek, kim zaman da dolaylı anlatımlarla söyleyebilmiştir.
Hoca diebilir ki, “Banim için bütün ümmet ulemasının ittifakı esastır. Dolayısıyla üzerinde asırlar önce ittifak oluşmuş herhangi bir meselede bugünün alimleri farklı görüş serdedebilir. Dolayısıyla böyle meselelerde “muteber İslam alimlerinin ittifakı” söz konusu edilemez.
Biz de deriz ki: Buradaki “muteber İslam alimleri” kimdir ve buradaki “ittifak”tan kasıt nedir? Bizim için, “şu mezhebe, alime, yoruma göre vardır”dan daha öte bir anlam ifade eden nice hususlar vardır ki, bizim müslümanlığımızın alamet-i farikasını oluşturur. Sahabe’nin adaleti meselesi böyledir mesela. Oysa bu meselede “İslam alimi” tanımı altına girenlerden sadece Ehl-i Sünnet’e –bir de Şia’nın “Zeydiyye” kolu gibi birkaç alt fırkaya– mensup olanlar ittifak etmiştir. Hocanın çizdiği çerçeveye göre pekala “izafiler” arasına girebilecek olan bu mesele bizim için vazgeçilmezdir…
Bu yazıları kaleme alırken, hak/doğru bildiğim hususları eğip bükmeden söyleme mükellefiyetinin gereğini yerine getirmekten başka bir amacım olmadı. Bunu yaparken İslami edep sınırlarının ve ilmî ölçülerin dışına çıkmamaya gayret ettim.
Bu çerçevede hocanın, kendisine o yazıları bağlamında ileri sürülen itirazlara cevap sadedinde kaleme aldığı yazılardaki birkaç noktanın mutlaka açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Önümüzdeki birkaç yazıda o hususlara değineceğim inşaallah.
Devam edecek.
Milli Gazete – 29 Kasım 2010