Selef ile aramızdaki fark üzerinde hiç kafa yordunuz mu, bilmiyorum. Fazilet/üstünlük farkını kasdetmiyorum elbette. Selef’in dünyaya bakışı ve hayatı yaşayış tarzı ile bizimki arasındaki uçurum anlatmak istediğim.
Bizler bugünden o dönemi okumaya çalışırken genellikle aynı hatayı işliyor, Selef’in hayatını birbirinden kopuk/bağımsız kareler şeklinde algılıyoruz. Oysa o güzide nesillerin öne çıkan bireylerinin her biri hem cihad meydanında gözü kara bir savaşçı, hem ilim meclisinin vazgeçilmez müdavimi, hem fedakârlık ve diğergâmlık örneği, hem bir zühd ve takva numunesi… idi. Kur’an ve Sünnet’in resmettiği “mü’min” karakteri Selef’te bütün boyutlarıyla canlanarak ete-kemiğe bürünmüş durumdadır.
Bugün İslam Dünyası’nda ve ülkemizde gördüğümüz, birbiriyle uzlaşmaz İslamî oluşumlar belki de fotoğrafı bir bütün olarak göremeyişin ve fakat gördüğü şeyin fotoğrafın bütünü olduğunda ısrar edişin sonucudur. Bütün bu yapılanmaların Efendimiz (s.a.v)’in, Sahabe’nin ve Selef’in hayatından öne çıkardığı örneklere bakın; donuk, tek başına, bağımsız, tek yanlı ve bütünlükten uzaktır.
Oysa Selef’in hayatına kuşatıcı bir gözle baktığımızda gördüğümüz şudur (istisna teşkil eden durum ve dönemleri elbette parantez içine alıyoruz):
- Zahidin zühdü ve abidin ibadeti ilmî hayatı sekteye uğratmadığı gibi, alimin ilmî faaliyeti de cihadı engellemiyordu. İslam bütün veçheleriyle hayatın içindeydi ve canlı bir şekilde yaşanıyordu. Yani birileri bir sahada yoğunlaştığı zaman hayatın diğer alanlarında herhangi bir aksaklık meydana gelmiyordu.
- İslam toplumuna karakterini veren unsurlar kendi özerk alanları içinde ve fakat bir bütünün parçaları olarak icra-i faaliyet ediyordu. İmam Ebû Hanîfe’nin “Fıkıh Akademisi”ni oluşturan isimlerden her birinin farklı bir alanda temayüz etmiş isimlerden oluşması bu durumun tipik bir örneğidir.
- Bu unsuralar donuk ve birbirinden bağımsız değil, hareketli ve geçişkendir. Yani el-Hasanu’l-Basrî bir zühd abidesidir; ama aynı zamanda hem müçtehid bir fakih, hem de toplumsal yapıyı tehdit eden itikadî sapmalara karşı yeri geldiğinde devlet başkanını uyaran bir irşad insanı ve toplum önderidir. Esed b. Furât hem Malikî mezhebinin içtihadlarını Hanefî mezhebini esas alarak sistematize edecek kadar her iki mezhebe vakıf bir alim, hem de Sicilya fethine iştirak etmiş ve orada şehid düşmüş bir büyük komutandır. İmam Ebû Hanîfe’nin hem Akide savunusunda, hem de Fıkıh’ta zirve oluşu, onun zühd ve takvada numune-i imtisal olmasını engellememiştir… Örnekler çoğaltılabilir.
Bu kısa ve dar çerçeveli örnekler ışığında bugüne baktığımızda, İslamî yapılanmaların, birbirini bütünleyerek daha büyük bir üst kimliğe ulaşacakları yerde, birbirlerinin ayağına dolanarak, birbirlerinin faaliyetlerini, hatta “varlıklarını” olumsuzlayarak bir yerlere varmak istediklerini görüyoruz. Bunu yaparken de –bir önceki yazıda vurgulamaya çalıştığım gibi– bir takım referansları, Usûl’ü kulak ardı ederek eğip-büküyor, hatta yerine göre çarpıtıyorlar. Oysa bizim zeminimiz, dayanağımız, metodumuz ve en büyük ortak paydamız Usul ve ona bağlı olarak Kavaid’dir.
Bir sonraki yazıda “tabi” durumunda bulunanların “sorumluluk”ları ve “sorumsuzluk”ları üzerinde duralım.
Milli Gazete – 21 Ekim 2006