- Bir müçtehid, işitmediği bir hadise aykırı içtihadda bulunduğu zaman, hadisten haberdar olmadığı için sorumlu olmaz. “Hakim içtihad edip de isabet ettiği zaman iki, hata ettiği zaman bir sevap alır” mealindeki hadis, bu hususu da kapsamına alır. Dolayısıyla hadise aykırı içtihadda bulunan müçtehid, yanıldığı, hata ettiği halde, içtihadının karşılığı olarak yine sevap alacaktır. Çünkü “içtihad” Din’de övülmüş, terğib edilmiş bir faaliyettir.
“Böyle bir olay fiilen vuku bulmuş mudur? ” sorusuna cevap olarak ilgili kaynaklarda yaygın olarak verilen bir örneği zikredebiliriz. Buna göre İmam Ebû Hanîfe, vakfın satılabileceğini kail olmuş; bilahare İmam Ebû Yusuf, vakfın satılamayacağını hükme bağlayan rivayete muttali olduğu zaman, “Eğer Ebû Hanîfe bu hadisten haberdar olsaydı, vakfın satılabileceği görüşünden dönerdi” demiştir.
Burada dikkatimizi çeken bir husus var: Bir önceki yazıda da değindiğim gibi, herhangi bir hadisin bir mezhep imamına ulaşıp ulaşmadığının tesbiti oldukça güç bir meseledir. Bunu en iyi yapabilecek nesil, mezhep imamının birinci kuşak talebeleridir.
Hanefî Tabakât kitaplarında ve İmam Ebû Yusuf‘un tercemesini (biyografisini) veren eserlerde, onun –anlam olarak– şöyle dediği zikredilir: “Ebû Hanîfe bir meselede hüküm verdiği zaman bütün Kûfe’yi dolaşır, o içtihadı destekleyen rivayetleri toplar ve kendisine getirirdim. O, bu rivayetlerin her birinin taşıdığı illetleri zikreder ve “Şunu şu illetinden, bunu bu illetinden dolayı almadım” derdi. ”
Burada birkaç nokta dikkat çekmektedir:
- İmam Ebû Hanîfe, kendi içtihadını desteklediği halde önüne gelen her rivayetle amel etmemiştir. (Mezhebin Usul kitaplarında İmam’ın rivayetleri kabul şartları zikredilmiştir. Zâhid el-Kevserî merhum “Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum“da bunları topluca zikreder.)
- İmam Ebû Yusuf’un Kûfe‘yi dolaşarak topladığı rivayetler İmam Ebû Hanîfe‘ye daha önce ulaşmıştır.
Hadis kitaplarının –özellikle “Kütüb-i Sitte” ve benzeri çalışmaların– mezheplerin takarrurundan daha sonra oluşturulduğunu, dolayısıyla Müçtehid İmamlar‘ın bu eserlerden ve içerdikleri rivayetlerden haberdar olmalarının mümkün olmadığını öne sürerek, mezheplerin, bu kitaplar merkezinde yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünenler şu noktayı gözden kaçırıyor:
Müçtehid İmamlar‘ın rivayet senetleri, Hadis İmamları‘nın senetlerine göre daha “âli“dir (aradaki ravi sayısı daha azdır); dolayısıyla rivayetleri ve senetleri kontrol noktasında Müçtehid İmamlar daha avantajlıdır.
Senet uzadıkça yani senetteki ravi adedi arttıkça rivayetlerin metinlerinde yanılma, mana ile rivayet vb. gibi arızalara daha fazla rastlandığı vakıasını göz önünde tutarsak, Müçtehid İmamlar‘ın doğruya isabete daha yakın olduklarını anlamamız kolaylaşır.
Bunun yanında Müçtehid İmamlar‘ın elinde Sahabe ve Tabiun fetvalarının (mevkuf ve maktu rivayetlerin) oluşturduğu geniş bir külliyat bulunduğunu da dikkatten uzak tutmamalıyız. Bu fetvalar/rivayetler, ilk nesillerin içtihad ve amel tarzlarını yansıtması bakımından son derece önemlidir.
Yukarıdan beri yapılan açıklamalar, aynı zamanda 4. sorunun cevabı için de zemin oluşturmaktadır. Şöyle ki;
Müçtehid İmamlar, hadislerin senet ve metinlerini değerlendirmede başkalarını taklid etmez. Onların kendi değerlendirme kriterleri vardır ve ellerindeki rivayetleri o kriterler doğrultusunda kabul veya reddederler.
Şu halde bir müçtehid imamın, bir hadise “mevzu” (veya “sahih“, “hasen“, “zayıf“…) diyen bir başkasının sözünü hüccet kabul etmesi diye bir olgudan söz etmek yanlıştır.
Unutmayalım ki –bazı çevreler tarafından Hadis ilminde yetersiz!! olduğu ileri sürülen İmam Ebû Hanîfe de dahil olmak üzere– bütün Müçtehid İmamlar, aynı zamanda birer Ceth-Ta’dil otoritesi, Hadis tenkitçisidir.
(İmam Ebû Hanîfe‘nin Hadis’te yetersiz olduğu iddiasını öne sürenler ya gerçeği bilerek saptıran, ya da bu işi bilmeyen kimselerdir. Gerektiğinde bu konuyu müstakil bir yazı halinde ele alabiliriz…)
Dolayısıyla bir müçtehid imamın, Hadis kritiğinde bir başkasının görüş ve hükmüyle amel etmesi bahis konusu olmadığı için, “… müçtehid, mevzu diyenin hükmünü kabul edip hadisi bırakıp kendi içtihadına göre hüküm verse, bu müçtehid sünneti bırakıp içtihadla hüküm vermiştir denir mi?” tarzındaki soru, yanlış bir sorudur.
(Devam edecek)
Milli Gazete – 21 Eylül 2004