Efendimiz (s.a.v)’in, çeşitli kişilere hitaben yazdığı, literatüre “İslam’a davet mektupları” olarak geçmiş bulunan mektupların dinlerarası diyalog faaliyetlerine “meşruiyet” gerekçesi yapılması, en hafif tabiriyle “çarpıtma”dır.
Eğer bu mektuplar diyalog faaliyetlerine gerekçe yapılmaya uygunsa, bu faaliyetleri yürütenlerin, muhataplarına bu mektupların muhtevasında gördüğümüz tavrı aynen takınması, yani evvelemirde onları Tevhid‘e çağırması gerekir. Yoksa bu mektupları diyaloğa referans olarak takdim etmenin kabul edilebilir bir yanı olamaz.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in, herhangi bir Ehl-i Kitap grup ile –bugün yapıldığı tarzda– kendilerini İslam‘a çağırmaksızın “sizi olduğunuz gibi kabul ediyorum” tavrıyla diyalog kurduğunu gösteren bir belge var mıdır?Şurası açık ki, bu mektupların muhtevasında tebliğden mücerret (soyutlanmış) bir diyalogdan eser bile bulmak mümkün değildir. Temel görevi “tebliğ” olan peygamberlerin, insanları Hakk‘a çağırmaksızın, onları oldukları hal üzere kabullendiğini söylemek, görevlerini yapmadıklarını söylemekten farksızdır!Eğer “tebliğ eşittir diyalog”sa, dinlerarası diyalog faaliyetlerinin üzerine inşa edildiği “tanıma, anlama, hoşgörme” gibi temel söylemler arasında niçin “tebliğ“e yer yok?
Yıllardan beri yürütülen bu faaliyetler meyanında “tebliğ” anlamına gelebilecek bir tavra niçin tesadüf edilmiyor? Eğer “tebliğ eşittir diyalog” değilse, Tevhid‘e davetten başka hiçbir anlama gelmeyen bu mektupları niçin “tebliğsiz diyalog” faaliyetlerine gerekçe olarak kullanıyorsunuz?..Denebilir ki “tebliğ, doğası gereği diyalogla bağdaşmaz; diyaloğun ilk şartı, tarafların birbirini “olduğu gibi” kabullenmesidir.” O zaman biz de deriz ki, diyalog faaliyetlerine kitleler nazarında meşruiyet kazandırmak –hatta belki daha önce kendinizi ikna etmek!– için tebliğ maksatlı/muhtevalı Nebevî söz ve davranışlara sığınmaktan vaz geçin!..
Medine vesikasına gelince;Her şeyden önce bu vesikanın, daha önce merkezî bir yönetime sahip bulunmayan Medine ahalisi için yepyeni bir sistem inşa ettiğini görüyoruz. Bu sistemde Hz. Peygamber (s.a.v) ve Müslümanlar “metbu” (tabi olunan), diğerleri ise “tabi” konumundadır. Bu o kadar böyledir ki, –Muhammed Hamidullah‘ın da vurguladığı gibi– bu vesika, Yahudi kabilelerini kesinlikle müstakil varlıklar olarak tayin ve tavsif etmemekte, aksine Müslüman Arap kabileleri ile müttefik olan Yahudi kabilelerinin birtakım hak ve sorumluluklarından söz etmektedir. Hatta Yahudiler‘in özellikle siyasî bağımsızlıklarını kısıtlamıştır.
Dolayısıyla Yahudiler‘in bu vesikada, Müslümanlar’la eşit konumda olduğunu söylemenin imkânsız olduğu açıktır…Bütün bunlar bir yana, Yahudiler‘in, mezkûr vesikanın iki maddesinde geçen “Allah’ın Resulü Muhammed” (s.a.v) tabirini kabul etmiş olmaları dahi bu vesikanın diyalog faaliyetlerinin meşruiyetine delil olarak kullanılmasının “akla ziyan” bir iş olduğunu ortaya koymaya yeterlidir! Yine bu meyanda mezkûr vesikada zikredilen kimseler arasında vuku bulabilecek bütün anlaşmazlıklarda veya öldürme hadiselerinde konunun “Allah’a ve Resulü’ne götürülmesi“nin hükme bağlanmış olması, altı çizilmesi gereken hususlar arasında bulunmaktadır.Bugüne kadar izlediği seyir ve katılımcı tarafların konumları itibariyle dinlerarası diyalog faaliyetlerinde bu vesikanın muhtevasıyla refere edilebilecek herhangi bir husus var mıdır?
Öyle görünüyor ki, diyalog faaliyetlerinin Medine vesikasına dayandırılması çabası, bu vesikada Yahudiler‘in dinî hayatlarına karışılmayacağının hükme bağlanmış olmasından kaynaklanıyor. Tarih boyunca İslam devletlerinin tebaası durumunda bulunan Gayrimüslimler‘in dinlerine ve kimliklerine dokunulmamış olması da aynı maksatla öne sürülen hususlar arasında bulunuyor.Ancak yukarıda da söylediğim gibi burada İslam‘ın, “tabi (Gayrimüslimler) ile metbu (Müslümanlar)” arasındaki ilişkiyi düzenleyen hükümleri bahis konusudur. Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin yürütüldüğü konjonktür için ise (reel durumda Müslümanlar‘ın metbuiyetinden söz edilemeyeceğine göre) iki şıktan biri geçerlidir: Ya esasen böyle bir “tabi-metbu ilişkisi” yoktur veya bu ilişki bugün için tersinden yürümektedir; yani Müslümanlar tabi, Gayrimüslimler metbu durumundadır.
Bu şıklardan hangisini kabul ederseniz edin, dinlerarası diyalog faaliyetlerinin taraflarının şu anki konumları Medine vesikasındaki durumu yansıtmaktan uzaktır. Şu halde bu vesika da diyalog faaliyetlerine dayanak teşkil etmeye elverişli olmamalıdır…Bu vesika sonrasında Medine Yahudileri ile Müslümanlar arasındaki ilişkinin nasıl bir seyir izlediği ise ehlinin malumudur…
Milli Gazete – 25 Aralık 2004