Yeni Bir Bid’atimiz Oldu!

Ebubekir Sifil[dosya], 2006, Aralık 2006, Dinler Arası Diyalog, Gazete Yazıları

Dinlerarası Diyalog, meşrulaştırılmaya ne kadar çalışılırsa çalışılsın “ahir zaman bid’ati” olarak ifsad fonksiyonunu ifaya devam ediyor. “İbrahim Yolu” projesi, oyunun son perdesi olarak sahnelenmek üzere….

Bugüne kadar bu çerçevede müşahede ettiğimiz, “İbrahimî dinler, dinlerin aşkın birliği…” gibi bid’at kavramlar, tabir yerindeyse “saha dışında” kalmaları hasebiyle bir dereceye kadar tolere edildi. Ama şimdi durum biraz daha değişik…

Papa’nın Sultanahmet Camii’ni ziyareti esnasında ağzımız hayretten bir karış açık izlediğimiz manzara, bid’atin camiye sokulduğunun resmi olarak hafızalarımızda yer aldı.

Yıllardır hutbelerde, vaazlarda kabirlerin üstünde mum yakmanın, türbelere çaput bağlamanın… bid’at ve hurafe olduğunu söyleyip duran bir kurum Diyanet… İstanbul Müftülüğü gibi son derece önemli bir görevi deruhte eden Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı’nın Sultanahmet ziyaretinde Papa’ya refakat eden en üst düzey Diyanet yetkilisi olarak ihdas ettiği “Huzur Duruşu” bid’ati hutbe ve vaazlarla temizlenecek türden değil…

Bu uygulama kimin fikridir ve ne maksatla icra edilmiştir, bilmiyorum; ama gerek İslam ve onun ibadet boyutuyla ilgili yeterli bilgisi olmayan insanlar, gerekse Hristiyan-Müslüman diyalogu konusuna özel bir önem atfeden dış çevreler bakımından yeni bir zemin olarak ilgi odağı olacağı kesin gibi görünüyor.

Acaba bu bid’atin ihdas edilişinin arka planında Hristiyanların ayin ve ritüellerinde önemli bir unsur olarak bulunan “ikon karşısında istavroz çıkarma” uygulamasının İslam’da da şu veya bu biçimde bir karşılığı bulunduğunu ihsas etme endişesi mi vardır?

Nitekim Papa’nın “Huzur Duruşu” ritüelini icra esnasında herhangi bir yabancılık ya da acemilik çekmediği, olaya şaşırtıcı biçimde adapte olduğu hatta katıldığı sizin de dikkatinizden kaçmamıştır.

Bu bid’atin “İslamî kabul edilmesinde bir mahzur bulunmayan, zararsız bir uygulama” olarak görülmesi, “karşı taraf”a da şunu deme hakkının tanınmış olması anlamına gelecektir: Biz sizin ibadethanenizde sizin bir ritüelinize iştirak etmekte bir sakınca görmedik; diyalog anlayışı çerçevesinde siz de bizim ibadethanemizde bizim ayinimize iştirak etmekte bir sakınca görmemelisiniz. Böylece Diyalog yolunda yeni ve önemli bir adım daha atılmış ve “iki semavî din” birbirine bir adım daha yaklaştırılmış olacaktır.

Buna kim ne diyebilir? Zaten “anaç bid’at” olan Dinlerarası Diyalog, peşisıra bu türlü “yavru bid’atlar” üreterek yoluna devam etmek zorunda… Başka türlüsü mümkün değil. Ne Selef-i salihin döneminde, ne de daha sonraki dönemlerde rastlanan Diyalog anlayışı, kendi kavramlarını ve uygulamalarını üreterek aslında Din anlayışımızda yeterli ölçüde dönüşümü gerçekleştirmiş durumda. Ki teşkil ettiği alanın bütünüyle, “usulüyle furüuyla” bid’attan ibaret olduğunu söylemek için bu bile fazlasıyla yeterli.

Geçmiş dönemlerde bid’atler konusunda eser veren ulemanın “Din’in, aslından olmayan ve sonradan ortaya çıkarılan anlayış ve uygulamalardan temizlenmesi” adına gösterdiği hassasiyet, bize bugün çok da önemli görünmeyen hususları bid’at olarak damgalayıp zemmederken nasıl bir hassasiyetle hareket ettiğini biliyoruz. Bugün yaşasalardı bu uygulamalar hakkında nasıl bir hüküm verirlerdi acaba!…

Milli Gazete – 4 Aralık 2006