Son zamanların modası… Çeşitli şekillerde tezahür eden bir tür “ibahacılık” versiyonu adeta… Herhangi bir “İslamî” faaliyet yürütüyorsanız, tepki çekmemek için (erkekseniz) altın yüzük takabilir, (kadınsanız) başörtünüzü açabilirsiniz… Hatta “takmalısınız”, “açmalısınız”… Yaptığınız kocaman işler karşılığında böyle ufak tefek meselelere takılmak ufuksuzluktur!..
Hem, değil mi ki Efendimiz (s.a.v) Hudeybiye’de mü’minlerin aleyhine görünen bir anlaşma metnini onaylamış, hatta müşriklerin, “Allah’ın Resulü Muhammed” (s.a.v) ifadesinin metinden çıkarılarak yerine “Muhammed b. Abdillah” (s.a.v) ifadesinin konması konusundaki ısrarına direnmemiş, söyleneni yapmıştı?!
Değil mi ki “Meşakkat teysiri celb eder”, “Bir iş dıyk oldukta müttesi’ olur”, “Zaruretler yasakları mübah kılar”… gibi Mecelle kaideleri bizi hep “işin kolayına gitme”ye sevk etmekte, hatta bunu “İslamî davranış kodu” haline getirmektedir?!..
…
Bu anlayış, İslam ahkâmını, İslamî açıdan çok da tutarlı olmayan bir yaklaşımla önce “büyük-küçük” yahut “az önemli-çok önemli” şeklinde tasnif ediyor, ardından da büyükler/çok önemliler için küçüklerin/az önemlilerin feda edilebileceği kaidesini geliştirerek icra-i faaliyete girişiyor.
Geçmişte Usul’den, Kavaid’den hareket ederek şimdikiyle hemen aynı sonuca ulaşan bir tek isim biliyoruz: Hanbelî mezhebine mensup olduğu söylenen Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî. Muhamed Zâhid el-Kevserî merhum –çevirisi inşaallah yakında elinizde olacak– Makâlât’ında bu zat, ahvali ve görüşleri hakkında etraflıca bilgiler aktarır.
“Maslahat ile nass çatışırsa maslahat esas alınır nass terk edilir” şeklinde özetlenebilecek bu görüşü[1]Kitâbu’t-Ta’yîn fî Şerhi’l-Erba’în, 234 vd. sebebiyle et-Tûfî hakkında ulemanın söylediklerine muttali olmak isteyenler dipnotta zikrettiğim eserlere bakabilirler.[2]İbn Receb, ez-Zeyl alâ Tabakâti’l-Hanâbile, IV, 366-70; İbn Hacer, ed-Düreru’l-Kâmine, II, 154-7; İbnu’l-İmâd, Şezerâtu’z-Zeheb, VIII, 71-3.
Hz. Ali (r.a)’nin bu tarz-ı hareket hakkında nefis bir tesbiti var: “Müslümanlar’ın, dünya işlerini düzene koymak için terk ettikleri hiçbir dinî hüküm yoktur ki Allah Teala onların başına (düzene koymak istedikleri işten) daha zararlısını getirmemiş olsun.” İbrahim b. Edhem de, ahvalini soran Ebû Ca’fer el-Mansûr’a şu kinayeli cevabı vermişti:
“Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz;
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.”
Hudeybiye musalahasının –Nebevî tatbikata münhasır olmaktan çıkarılıp– her icraata ulu-orta dayanak yapılması kabul edilecek olursa, İslam’ın ve Müslümanlar’ın açıkça zararına olan her işin caiz, hatta vacip ilan edilmesi işten değildir!
Zikredilen Kavaid’e gelince, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Mecelle ve el-Kavâ’idu’l-Fıkhiyye şerhleri üzerinde sarf-ı mesai etmiş olanlar bilirler ki, bu kaidelerin herhangi bir arızaya yol açmadan tatbiki, birbirleriyle ilişkilerinin titizlikle gözetilmesine, tatbik alanının son derecede netleştirilmesine bağlıdır. Özellikle “zaruret”in; “meşakkat”in ve benzerlerinin tayininde hiçbir izafîliğe ve keyfîliğe yer bırakılmamalıdır.
Yoksa zikredilen kaidelerin ve benzerlerinin bu noktalara riayet edilmeden genelleştirilmesi sonucunda onları tesbit edenlerin akıllarının ucundan bile geçmeyen icraatlara “meşruiyet” elde edilebilir. Mesela “Ehven-i şerreyn tercih olunur” kaidesi, işaret edilen hususlara dikkat edilmeden işletilecek olsaydı, işgal ve sömürge yönetimleri kolaylıkla “meşru” ilan edilirdi. Dolayısıyla ne bu ülkede, ne de İslam Dünyası’nın diğer bölgelerinde istiklal mücadelesi verilmez, kölelik ve esaret “İslam’ın emri” olurdu!
Milli Gazete – 19 Şubat 2007