“Varlık” Telakkisi

Ebubekir Sifil2003, Gazete Yazıları, Şubat 2003

E-posta adresime her gün pek çok soru geliyor. Hiç birisini cevapsız bırakmamaya çalışıyorum. Bazan bütün gecemi, hatta birkaç gecemi alsa da, bu soruları önemsiyor ve –konunun ehemmiyetine göre– farklı uzunlukta cevaplar yazıyorum. Bugün, onlardan birisine verdiğim cevabın bir kısmını sizinle paylaşmak istedim:

“Allah niye var?” gibi bir soru, temel bazı bilgiler olmadan doğru ve tatmin edici bir şekilde cevaplanamaz. Zira Allah Teala “vacibu’l-vücud”dur dendiği zaman bunun ne anlama geldiği bilinmiyorsa, bunun üzerine bina edilecek diğer meseleler de havada kalacaktır.

Allah Teala için “yokluk” düşünülemez. Zira O’nun varlığı bizimki gibi “izafî” (başka bir varlığın mevcudiyetine bağlı) değildir. O’nun dışındaki bütün varlıklar “mümkin”dir. Yani var olmaları da, yok olmaları da mümkündür, imkânsız değildir ve dahi var olabilmek için başkasına muhtaçtırlar. Ancak O’nun varlığı “mümkin” değil, “vacip” (zorunlu) ve “mutlak” (aksi düşünülemez) tır.

İnsan aklı, kendi algı gücü ve kapasitesiyle sınırlı düşünür ve hiçbir insan, “benim aklım mükemmeldir, ben her şeyi gereği gibi kavrarım” diyemez. Bir diğer deyişle bizim varlığımız da aklımız gibi “cüz’î”dir ve onun, varlığı “küllî/mutlak” olanı tam anlamıyla kavraması mümkün değildir. Onun için Kelam alimleri, inanılması gereken hususlarla ilgili (Kelamî) meseleleri, “aklî” ve “sem’î” diye ikiye ayırmışlardır. Bunlardan ilki akılla bilinebilecek hususları irdelerken, ikincisi akılla bilinemeyecek olan, ancak “doğru haber” (vahiy, Kur’an/Sünnet) ile bilinebilecek olan hususları ele alır. Dolayısıyla bizim bilgi sistemimiz, “çağdaş” bilgi anlayışının parametreleri ile değerlendirilmemelidir.

Kur’an’da Mü’minlerin başat vasıflarından birisinin “gaybe iman” olarak vurgulanması bundandır. Gayp, sadece “görünmeyen” değildir; insan algısının sınırları dışında kalan ne varsa, hepsi gaybın sınırları içindedir.

Yukarıda “bizim bilgi sistemimiz, “çağdaş” bilgi anlayışının parametreleri ile değerlendirilmemelidir” dedim. Çağdaş bilgi anlayışına bağlı olan çağdaş “varlık” anlayışı, “özgürlük” kavramı üzerine kuruludur. Buna göre insan, sonuna kadar özgürdür; kendisi ve çevresiyle ilgili “her şeyi” kendisi belirlemelidir. Onun “iyi/doğru” dediği iyi/doğru, “kötü/yanlış” dediği de kötü/yanlıştır. Çünkü evrenin merkezinde “insan” vardır. Oysa Kur’an buna “tuğyan” diyor.

Bizim bilgi ve buna bağlı olarak varlık anlayışımız ise “itaat ve teslimiyet” üzerine kuruludur. İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin… gibi temel ontolojik ayrımlar sem’îyyatın belirlediği kategorilerdir. Bunda şaşılacak birşey de yoktur. Zira günlük hayatta bile hepimiz, bilmediğimiz konularda, bilenlerin (ya da bildiğini düşündüğümüz kimselerin) söylediklerine teslim oluruz. Bu tıpkı hastanın, doktora teslim oluşu gibi bir şeydir. Şu halde hepimiz, varlıkta Allah Teala’ya muhtaç olduğumuza göre, yukarıda zikrettiğim kategorileri de O’nun belirlediği sınırlar içinde bilir ve kabul ederiz.

Allah Teala için (haşa) “yokluk” düşünemeyeceğimize göre, “Olmasaydı ne olurdu” gibi bir soru saçmadır. Zira varlığı “izafî” ve “mümkin” bir varlığın, “varlığı “zorunlu” ve “mutlak” olan için böyle bir soruyu gündeme getirmesi aklen muhal olmasa da, bu faraziyenin ciddiye alınabilirlik şansı evrenden daha büyük bir “sıfır”dır.

Milli Gazete – 15 Şubat 2003