Usul-i Fıkh’ın yetersizliği konusundaki iddiaların bir yönüyle teolojik yaklaşım farklılığı ile sıkı bir irtibat içerdiğini gözden uzak tutmamak gerekir. “İyi” ve “kötü”nün nasıl tayin edileceği konusundaki teolojik tartışmalarda Ehl-i Sünnet, sem’î delili belirleyici kılmıştır. (Her ne kadar bu bağlamda Mâturîdiyye, ilk bakışta “iyi ve kötünün aklîliği” noktasında Mu’tezile ile yakınlaşma eğiliminde görünürse de, son tahlilde vahye dayalı emir ve yasakların tümünün akıl tarafından bütün yönleriyle ihata edilemeyeceğini ve vahyî emir/yasakların “zorunlu” olarak değil de “Allah’ın rahmetinin” bir tecellisi olarak insanlar için maslahatlar içermesini belirtmekle Mu’tezile ile arasına kesin bir çizgi koyar.)
Maslahat-mefsedet ayrımının, hatta “zarûriyyât-hâciyyât-tahsîniyyât” taksiminin eş-Şâtıbî’den yüzyıllarca önce yaşamış Usûl alimlerince (mesela el-Cüveynî tarafından el-Bürhân‘da, el-Gazzâlî tarafından el-Müstesfâ‘da ve er-Râzî tarafından el-Mahsûl‘de) ifade ve sistematize edilmiş olması bir yana, bu kavrama en çok vurgu yapan eş-Şâtıbî’nin bile, fetvalarında kıyas metodunu kullanması ve “geleneksel” diye ifade edilen çözüm şekillerinden tamamen ayrı düşünmemesi dikkate alınması gereken hususlardır.
(Bu hususta M.Halid Mes’ûd’un İslam Hukuk Teorisi adıyla tercüme edilen çalışmasına başvurulabilir. Esasen toplumu bid’atlerden sakındırmak için kaleme aldığı el-İ’tisâm adlı eserinde Kur’an ve Sünnet nasslarına bağlılığı zaman zaman sertleşen ifadelerle sıkı biçimde savunan eş-Şâtıbî’nin, insan aklının ve menfaatinin nassların önüne geçirilmesini mümkün kılacak bir makasıd ve maslahat anlayışını savunmak suretiyle “kabirlere mum yakmak”tan daha büyük bir bid’at işlemiş olduğu sölylenebilir mi?)
“İyi” ve “kötü” kavramlarının epistemolojik temeli konusundaki tartışmada tavrını sem’î delilden yana koyanların, nasslarda yer alan emir ve yasaklara riayetin kendisinin maslahat olduğunu söylemesinde şaşılacak bir husus yoktur. Zira bu yaklaşıma göre Allah Teala kullarına iyiyi emreder ve onları kötüden sakındırır. Her ne kadar bu, Allah Teala üzerine vacip değilse de, vahyî emir ve yasakların akılla kavranabilirlikten tamamen uzak olduğunu söylemek de doğru değildir.
Şu halde merkeze nassları koyup, aklı, nassları anlamak için işletmekten yana olan tavırla, merkeze aklı koyup, nassları aklîlik ilkesi doğrultusunda yorumlamaya çalışan yaklaşım arasındaki farklılığın Usûl teorilerine yansıması da kaçınılmazdır.
Burada bütün mesele nassları “ne yapacağımız”dır. Eğer nassları, reel hayatın “tayin” edicisi değil de “tasdik” edicisi olarak görmek doğruysa, maslahat ve makasıdı ilkelerini sonuna kadar zorlayıp buradan bir metodoloji çıkarabiliriz. (Gerçi şu ana kadar koparılan onca gürültüye rağmen henüz ortada “metodoloji” denebilecek bir faaliyet de yok ya!..)
Ama eğer nassları belirleyici kılıp Allah’ın muradının nassların ihtiva ettiği hükümlerin icra edilmesinden geçtiğini, insanın maslahatının da bunda olduğunu düşünüyorsak, o zaman atın yerinin arabanın arkası değil önü olduğunu söyleyeceğiz. Bütün mesele bu…
Mart 2002 – Milli Gazete