Kur’an ve Sünnet’i “anlama” konusunda tarih içinde geliştirilmiş Usul-i Fıkıh (anlama yöntemi) disiplininin günümüzde artık miadını doldurduğu yolundaki iddialar “temcit pilavı” niyetine sıklıkla gündeme getiriliyor. Bir okuyucumun konu hakkındaki sorusundan hareketle (daha önce de bazı vesilelerle ele aldığım) bu konuya zaman zaman dönmek gerektiği anlaşılıyor.
Bilindiği gibi Usul-i Fıkıh disiplini, başka birçok disiplinin ilgi alanına giren konuları ele almakta ve belli bir sistem içinde işlemektedir. Ancak bunu yaparken o konuları, ilgili disiplinlerin el atmadığı bir boyutta irdelemekte ve bu yönüyle tamamen “orijinal” bir yapı kurmaktadır.
Söz gelimi Dilbilim’in ilgi alanına giren hususlarda kelimenin anlam boyutları üzerinde dururken Usul-i Fıkıh, Dilbilim’in asla el almadığı bir alana uzanır. Dilbilim, “yapın, edin” gibi emir-kelimelerin etimolojisi ile ilgili sınırlı bir faaliyet gösterirken Usul- Fıkıh bu emirlerin “vücub”a mı, “nedb”e mi delalet ettiğini araştırır.
Usul-i Fıkh’ın miadını doldurduğunu söyleyenler, bu iddialarını ağırlıklı olarak “kıyas” yöntemi üzerinden temellendirmeye çalışırlar. Muhammed Abid el-Câbirî, alabildiğine iddialı bir şekilde kıyas yönteminin “yetersizliğini” savunurken şöyle bir örnek veriyor: Kıyası ve ta’lili esas alan yöntem (…), bu hükmün nedenini, yani hükmü nasıl anlayacağımızı açıklamaktan tamamen acizdir. Çaresiz hırsızlığın yasaklanmasında bir maslahat gözetildiğini itiraf etmek zorundadır. Bu yöntemde bütün amaç illeti tespit olduğu için, hükmün amacı ve maslahatı dikkate alınarak hükmün illeti belirlenmeye çalışılır; usulcünün varacağı son nokta ise şudur: Malın korunması sosyal hayatın zorunluluklarındandır. O halde çalmanın yasaklanmasını gerektiren maslahattır ve hükmün illeti de budur. Fakat niçin çalmanın cezası “hırsızın elinin kesilmesi” şeklinde belirlenmiştir de, hırsızın hapsi veya sopayla dayak atılması olarak belirlenmemiştir? Kıyas yöntemi bu soruya açıkça cevap veremeyecek durumdadır. Bu yöntemle cevap vermeye çalışıldığında çeşitli faraziyeler ileri sürülerek hükmün anlaşılabilirliği imkanını tamamen ortadan kaldırma riski vardır. Örneğin, ileri sürülebilecek olası cevaplar arasında “el kesilmesinin nedeni (illet) hırsızlık el ile yapıldığı için elin kesilmesidir” şeklinde olabilir. Bu yönteme kıyas mantığı hakim olduğu için bu cevaba karşı (haklı olarak) şöyle bir itiraz getirilebilir: Peki niçin zinaya verilen cezada kendisiyle zina eyleminin gerçekleştirildiği uzvun kesilmesi ceza olarak uygun görülmemiştir ve hırsızın elinin kesilmesine kıyasla neden zani hadım edilmesin?” (İslâmiyât, 1/4 Ekim/Aralık-98, s. 39)
İddialı olduğu kadar mağrur ve mütekebbir olan bu yaklaşım kendi içinde pek çok tutarsızlık taşıyor. Bir kere “çalmanın yasaklanmasını gerektiren” sadece ve mutlak anlamda “maslahat” olsaydı, belli bir değerin altındaki malların çalınmasında ya da babanın oğlunun malını çalmasında da hırsızlık cezasının uygulanması gerekirdi.
İkinci olarak, hırsızın elinin kesilmesini, “hırsızlığın elle yapılmasına” bağlayan kimdir?
Üçüncü olarak, kıyas, hakkında nass bulunmayan bir konuda yapılır. Zina hakkında nass bulunduğuna göre onu hırsızlık cezası ile kıyaslamak Usul bilgisizliğinin göstergesidir.
Dördüncü olarak Usulcü, el kesilmesi cezasının illeti olarak bizzat “hırsızlık” fiilini görür. Burada hükmün “amacı ve maslahatı” illet yerine geçemez. Zira illet munzabıttır (hiçbir durumda değişmez ve açıktır) amaç ve maslahat ise kişiden kişiye, toplumdan topluma değişebilir.
Gelecek yazıda devam edelim.
Mart 2002 – Milli Gazete