Arif Çevikel‘in tevessül bahsinde söyledikleriyle ilgili bir noktaya dikkat çektikten sonra keramet meselesine geçeceğim bugün.
Çevikel, “… Bir kısım Müslümanlar, genellikle bu tür ziyaretlere karşı tavırlarını bir hadisle delillendirirler. Bu hadise göre, üç yer dışında, başka bir yere ziyaret maksadıyla yolculuk men edilmiştir: Mekke, Medine, Kudüs…”
Sanıyorum burada atıf yapılan, başta “Kütüb-i Sitte” olmak üzere birçok Hadis kaynağında yer alan “Lâ tuşeddu’r-rihâl…” hadisidir. Eğer bu doğruysa, o hadiste Mekke, Medine ve Kudüs değil, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa söz konusu edilmektedir. Çevikel “Bundan ne çıkar?” derse bunu ayrıca tartışırız. Burada sadece hadis naklindeki bir tesahüle dikkat çekmek istedim…
Keramet meselesine gelince;
Konuyla ilgili bir okuyucu mektubunu değerlendiren Çevikel, “tevessül” gibi “keramet“in de yaygın kullanımı bağlamında Kur’anî bir kavram olmadığının altını çizmeye özen göstererek girdiği yazısında şöyle diyor: “İnsanın kerameti hak olunca “Allah dostları” anlamına gelen “evliyanın” kerameti elbette haktır. Bu, “Allah’a dost olmak en büyük şeref, onur ve itibar sahibi olmaktır” anlamına gelir. Evliyanın kerameti işte bu haysiyetle haktır. Yoksa harikulade olaylar göstermek, keramet değildir. Bir ünlü ârifin dediği gibi: “İstikameti yoksa, suyun yüzünde yürüdüğünü, gökte uçtuğunu görseniz itibar etmeyiniz; birini balık, diğerini kuş yapıyor.” Allah’ın insanoğluna ihsan buyurduğu fıtrat, irade ve akıl kerametini istikametle kullanmak… Allah’ın “keramet” dediği işte budur.”
Konuya girerken bilinçli bir şekilde izlenen yöntem doğrultusunda tevessül, keramet vb. “kelime”lerin, Kur’an tarafından farklı, Ümmet tarafından farklı anlamlarda kullanıldığı noktasına vurgu yapıldığında, ilave bir şey söylemeye gerek olmadan okuyucunun buradan şu sonucu çıkarması bekleniyor doğal olarak: Demek ki tevessül, keramet vb. “kelime”ler Kur’anî muhtevasından uzaklaştırılmış ve içi Kur’an‘a aykırı bir muhteva ile doldurulmuştur!
Oysa her disipliner yapı gibi İslamî ilimlerin de oluşum döneminde kendi terminolojilerini oluşturmaları tabiidir ve bu süreçte pek çok “kelime”nin “kavram”laştırılması normal, hatta kaçınılmazdır. Elbette bu “kavram”ların bir kısmını da Kur’an‘ın kullandığı “kelime”ler oluşturacaktır. Bu süreçte kazandığı yeni muhtevaya ister “örfî anlam” deyin, ister “ıstılahî anlam” deyin fark etmez; sonuçta “vad’î/lugavî anlam“dan farklı bir müsemmayı anlatan yığınla kavram çıkacaktır karşımıza. Nitekim Fıkıh, Hadîs, Hâdis, Hades, Kelam, İctihad, İcma, Farz, Ferâiz, Sünnet, Vâcib, Vakf, Hilafet, Şeriat, Tarikat… ve daha yüzlercesi böyledir.
Elbette örfî/ıstılahî muhteva, vad’î/lugavî muhtevadan bütünüyle kopuk, onunla tamamen ilgisiz değildir. Hatta ikinci kullanımın, ilk kullanımla güçlü semantik bir ilgi ve yakınlığının bulunması, kavramlaştırmanın isabetinin de göstergesi sayılır. Ancak kelime kavramlaşırken anlamda meydana gelen daralma, genişleme ve hatta –kısmî– kayma, kavramsal kullanımın meşruiyetini sorgulamanın zemini değildir. Sorgulama, ancak muhtevanın sağlamasının yapılması tarzında işlemelidir.
Devam edecek.
Milli Gazete – 10 Eylül 2005