Hilmi Yavuz‘un, İslam’ın modernizasyonu bağlamında söylediklerini desteklemek için ileri sürdüğü argümanların tartışmasını sürdürüyoruz:
“Rey ile içtihad edilen hukuki konularda ittifak manasına gelen İcma ve Kıyas’ın yanı sıra, tali Fıkıh kaynakları da (örf ve adet; istihsan; istıslah; istishab; sedd–i zerayi) İslam hukukunun değişmeye ve yenileşmeye açık olduğunu gösterir.”
İslam Fıkhı‘nın değişime açık bıraktığı alan konusunda örf, adet, istihsan… vb. tali delillerin elverişli zemin teşkil ettiği yaklaşımı yabancı değil, ama itiraf edeyim ki bu sahada İcma ve Kıyas delillerinin ileri sürülmesine ilk defa sayın Yavuz aracılığıyla tanıklık ediyoruz. İslam‘ın modernizasyonu projelerine Usul-i Fıkıh‘tan payanda bulma gayreti içinde olanların, “değişim”in önündeki engeller listesinin başına yerleştirmeyi adet edindiği İcma ve Kıyas delillerine Yavuz tarafından nasıl bir “algı tarzı” ile tam tersi bir fonksiyon yüklendiğini anlamak doğrusu mümkün değil. Usul-i Fıkıh sahasının ilgilileri, İcma ve Kıyas delilleri ile “değişim” arasında böylesi bir ilişkinin nasıl kurulabileceği konusunda Yavuz‘dan “aydınlatıcı” açıklamalar bekleyedursun, biz diğer delillerle ilgili söylenenlere geçelim:
Mezkûr tali delillerin, İslam Fıkhı‘nın “değişmeye ve yenileşmeye” açık olduğunu ne suretle gösterdiği, bir başka deyişle bu delillerin İslam ahkâmının neresinde ne ölçüde değişikliğe yol açabileceği konusu böyle bir cümleyle geçiştirilebilecek kadar basit değildir. Şu kadarını söylemiş olalım: Zikredilen tali delillerin hiç birisi, delaleti ve sübutu kat’î nasslarla sabit olmuş herhangi bir hükmü ilga edecek şekilde kullanılamaz. Başta Usul-i Fıkıh ilminin mantalitesi buna izin vermez. Zira eğer “tali” bir delilin “aslî” bir delille sabit olmuş bir hükmü ilga edebileceğini genel geçer bir kaide olarak söylemek mümkün olsaydı, her şeyden önce bu tali delilleri kullanan Fukaha‘nın İslam Fıkhı‘nı sekülerleştirdiğini, dolayısıyla Fıkh’ın kendi kendisini nakzettiğini söylemek kaçınılmaz olurdu.
Alıntıya devam edelim:
“Şer’i hukukun dışında ‘nizam–ı âlem için’ bir örfi hukukun tedvin edilmiş olması Müslüman toplumlarda özellikle de Fatih Kanunnamesi’nden sonra Osmanlı toplumunda yaygın bir uygulama alanı buldu ve buna şer’an cevaz verildi ise, günümüzde buna benzer bir pratiğin hayata geçirilmemesi için hiçbir sebep yoktur;– tam tersine, ‘illet’ ve ‘maslahat’’, bir Örfi hukukun tedvinini zorunlu kılmaktadır.”
Fatih Kanunnamesi‘nin durumunu daha önce kısa da olsa görmüştük. “Örfî Hukuk”un doğrudan “seküler” bir alana tekabül ettiğinin ileri sürülmesine gelince, bunun son derece yanlış bir genelleme olduğunu söylemek durumundayız. Bu sahayı teşkil eden hükümlerin, Ululemr‘e tanınmış “ta’zir” yetkisinin ifadesi olduğunu görmezden gelen bu yaklaşım da gözden geçirilmeye muhtaç.
Öte yandan “illet ve maslahat”ın seküler bir “Örfî hukuk” kodifikasyonu için nasıl bir “zorunluluk” durumu hasıl ettiğini anlamak gerçekten mümkün değil. Acaba Yavuz bu iki kavrama yeni bir içerik kazandırdı da biz mi bundan habersiz kaldık? Hadi “maslahat” merkezli tartışmaların, bu terimin sündürülmesi sonucunu doğurması dolayısıyla Yavuz‘un yaklaşımına “sanal” bir zemin teşkil ettiğini itiraf edelim. Ama “illet” için ne diyeceğiz? Acaba nasslarda mevcut olan ve kıyasın rüknünü teşkil eden illet hakkında da maslahat konusunda yapıldığı gibi bir “sündürme” operasyonu mu söz konusudur? Yoksa Yavuz bu kavram konusunda bir “kafa karışıklığı” mı yaşamaktadır?
Ve son alıntı:
“Fıkhın İbadat’a dair olan Kitab ve Sünnet hükümleri dışında kalan Muamelat (Özel Hukuk), Münakehat (Aile Hukuku) ve Ukubat (Ceza Hukuku) alanlarında tedvin edilmiş olan seküler kanunların, Bu Dünya’ya ilişkin hükümler getiriyor oldukları göz önüne alınarak ‘maslahat’ cihetinden (‘kamu yararı’ açısından) meşrulaştırılmaları, Modernliğe açılmanın imkanlarını içinde taşıyor değil midir?”
Elhak öyledir de, “bahse konu “seküler kanunlar”ın “ben yaptım oldu” mantığı dışında “meşru” kabul edilmesi ne suretle olacaktır?” sorusu hala ortadadır. 1400 küsür yıllık koca bir geçmişten cımbızlanmış bir-iki argümanın çarpıtılması –ya da yanlış okunması– ile “meşruiyet” sorunu aşılmış olacaksa, Yavuz‘a bir tavsiyede bulunayım: Dilimizde mevcut Usul-i Fıkıh kitaplarından birisi üzerinde şöyle ciddi bir okuma faaliyeti gerçekleştirsin. Yahut bu kitaplardaki “âmm/hâss” bahislerini bir gözden geçirsin. Belki Renan‘a hak vermek için bu kadar dolambaçlı yollarda yorulmasına gerek kalmadan daha “tumturaklı” bir zemin elde edebilir; böylece bize de bu meseleleri hak ettiği seviyede konuşma imkânı bahşetmiş olur..
Milli Gazete – 2 Mart 2004