Tavzihat-1

Ebubekir Sifil2011, Gazete Yazıları, Şubat 2011

Mu’âviye (r.a)’ı sevmediğini deklare eden yazıları üzerine kaleme aldığım iki yazıya cevabında Prof. Dr. Hayreddin Karaman hoca birkaç hususu dermeyan etti. Hocaya göre,

  1. Kendisine yönelik yazılarıma hakim olan üslup, beni “kurtarıcı” gibi gören bazı kimselerin kendisine aşırı tepki göstermesine sebep olmuştur.
  2. “Zâhir”in delaleti konusunda söylediklerim yanlıştır.
  3. et-Teftâzânî’nin Mu’âviye (r.a) konusunda nötr olduğunu söylemişim. Oysa o nötr değildir, tam aksine, onun tavrı hocanın tavrından daha keskindir.

Bu hususlar hakkında, aynı sırayla ve kısaca şunları söyleyeceğim:

  1. Kendimi hiçbir zaman “kurtarıcı” mevkiinde görmedim, böyle görülmeye asla ve kat’a rızam yoktur. Haddimi bilirim. Yazdıklarımı okunmaya değer bulan insanlardan hususi istirhamım, bende böyle bir hava, böyle bir eda görürlerse uyarmaları, böyle görenlere rastlarlarsa onları da ikaz etmeleridir.

İslamî ilimlerin sadık bir talebesi olabilirsem kendimi bahtiyar sayarım. Birilerinin beni “kurtarıcı” olarak görmesi veya hocanın beni öyle gördükleri sonucunu çıkarmasına sebebiyet veren davranışlarda bulunması benim iradem, rızam ve bilgim dahilinde olan bir husus değil. Birileri hocanın bazı düşüncelerini yanlış buluyor ve bu konudaki hissiyatlarını benim yazdıklarım üzerinden dile getiriyorsa bunun benimle ve hele de üslubumla bu tarzda ilişkilendirilmesini kabul edemem.

Hoca, bu ülkede Yahudi ve Hristiyanların belli şartları yerine getirerek ve fakat Kur’an’a ve Efendimiz (s.a.v)’e iman etmeden cennete gidebileceği görüşünde olanlar bulunduğunu belirtmekten ibaret olduğunu söylediği ifadeleri sebebiyle birilerinin Yahudi ve Hristiyanların cennete gideceğine inanmasına yol açmakla sorumlu tutulmaya ne der?..

Bir noktayı göz ardı etmeyelim: Bu ülkede benimle başlamadığı açık olan –öyle ya da böyle– bir Ehl-i Sünnet hassasiyeti var. Sahabe’den herhangi birisi hakkında “Ben onu sevmiyorum” denmesine –ben bir şeyler yazmasam da– tepki gösterilecektir; bunu normal karşılamak gerekir. Aksi, “Ben diyeceklerimi diyeyim, kimse tepki göstermesin” demeye gelir ki, eşyanın tabiatına aykırıdır.

Üslubuma gelince, yanlış bulduğum bir şeyi, niçin yanlış bulduğumu da belirterek açık yüreklilikle ifade etmem dışında üslubumda bir problem olduğunu düşünmüyorum. Tahrik, ajitasyon, karalama, jurnal, hakaret… vb. içeren bir ifadem gösterilirse özür ve helallık dilemeye hazırım.

  1. et-Teftâzânî’nin hoca tarafından, “Sahabe arasında geçen kavgalar ve tartışmalar açıkça gösteriyor ki, onların bir kısmı haktan sapmış, zulüm ve günah sınırına ulaşmıştır” şeklinde çevirdiği cümlesinde geçen “yedullu bi zâhirihî” ifadesi üzerine şöyle demiştim: “Oysa “zâhir”in delaleti her zaman “açık” olmaz. Hatta zahirin delaletinin uygun şekillerde tevil edilmesini gerekli kılan durumlar vardır. Kelamın zahiri her zaman kasd-ı mütekellimi vermez.

Hoca benim o ifadelerimin Usul-i Fıkıh’a gönderme olduğu zannıyla, “Zahirin delaleti her zaman açık olur, ancak tevile ve neshe de açık bulunur. Açık olmayana hafî derler. Zahirin özelliği manasında biri kuvvetli, diğeri zayıf iki ihtimalin bulunmasıdır. Kuvvetli olan mana açıktır, bunu bırakıp da zayıf olana gitmek için mucib sebepler bulunmalıdır” diyerek Usul-i Fıkıh diliyle mukabele ediyor.

Bir sonraki yazıda Usul-i Fıkıh’taki “zâhir” terimi üzerinde duracağım. O sözlerimin bu terimle bir bağlantısı yoktu. Orada tırnak içinde verdiğim “açık” sözcüğü, hocanın “açıkça gösteriyor” ifadesinde geçen “açık”a göndermeydi. Şunu demek istemiştim: et-Teftâzânî’nin “yedullu bi zâhirihî” ifadesinin, hakkında kullanıldığı hususları “açıkça gösterdiğini” söylemek, ifadeyi bu şekilde çevirmek isabetli değil. Zira “zahir” kelimesi her kullanıldığı yerde anlattığı hususu “açıkça” göstermez. Oysa biz Türkçede bir şeyin bir şeyi “açıkça gösterdiğini” söylediğimizde onun, anlattığı durumu herhangi bir yoruma, fluluğa, karışıklığa meydan vermeden, net ve kesin biçimde anlattığını, o şeyin başka türlü anlaşılmasının mümkün olmadığını ifade ederiz.

Söz gelimi, “Küfredenler resullerine, “Andolsun ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız, ya da dinimize döneceksiniz…” (14/İbrâhîm, 13) ayetindeki “dinimize döneceksiniz” (le te’ûdunne fî milletinâ) ifadesinin zahiri, bahsi geçen resullerin daha önce kâfir kavmin dininde olduğunu, bilahare o dini terk edip Hak Din’e girdiğini anlatmaktadır. Oysa herhangi bir peygamber hakkında böyle bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.

Bir diğer örnek, “Onlar Rabblerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini zannederler” (2/el-Bakara, 46) ayetinde huşu sahibi mü’minler hakkında geçen “yezunnûne” kelimesidir. Bu kelimenin zahiri, ayette anlatılan kimselerin, Rabblerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini “zannettiklerini” ifade etmektedir. Oysa zikredilen hususlar hakkında sadece “zan” sahibi olanların “huşu sahibi mü’minler” olması mümkün değildir…

Örnekleri çoğaltabiliriz. İmdi, bu ayetlerin zahir ifadesinden hareketle, peygamberlerin daha önce kavimlerinin küfür dininde olduğunu ve huşu sahiplerinin Rabblerine kavuşacaklarını sadece zannettiğini “açıkça gösterdiğini” söyleyebilir miyiz? “Kelamın zahiri her zaman kasd-ı mütekellimi vermez” derken kasdettiğim bu gibi durumlardır.

Pazartesi devam edelim.

Milli Gazete – 19 Şubat 2011