İslam’ın 21. yüzyıldaki serüveni ve bilhassa Batılı ülkelerde azınlık durumunda yaşayan Müslümanların meseleleriyle ilgili yazdıkları/söyledikleri bağlamında tanıdığımız Tarık Ramazan hakkında ne düşünmeliyiz?
Muhammed Arkoun, Nasr Hamid Ebu Zeyd gibi Batı’da yaşayan Doğu kökenli araştırmacılara kıyasla farklı bir yerde durduğunda şüphe yok. Bu iki isim ve benzerleri, Batı tarzı düşünce ve hayatı merkez kabul edip, İslam’ı bu merkeze göre şekil ve muhteva alan bir din olarak takdim etmenin peşindeler. Tarihsellik düşüncesinin de, hermenötik edebiyatının da arkasında yatan biricik saik bu! İsimleri müslüman ismi olsa da, kafalarının içinin, düşünme biçimlerinin gayrimüslim olduğunda şüphe yok.
Tarık Ramazan ise İslam’la, onun kaynaklarıyla ilişkisini daha sahici bir zeminde inşa etme hassasiyeti taşıyan bir isim. Onda öne çıkan endişe, Batı’da yaşayan Müslümanların fiili durum karşısında algısal ve pratik zeminde konum alışlarının tayini.
İslam’ın ana kaynaklarıyla irtibatını koparmamaya özen göstererek çıktığı bu zorlu yolculukta Tarık Ramazan’ın düşüncelerine hakim olduğu gözlenen en temel tesbit, Bediüzzaman merhumun oldukça veciz biçimde ifade ettiği şey olmalı: “Eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlal!”
Elbette burada şöyle bir ayrıma gitmemiz lazım: Bediüzzaman merhumun “eski hal”i, ağırlıklı olarak kendi döneminin yakın geçmişidir. Yani Sultan II. Abdülhamid Han, ya da biraz daha geriye gidersek, çözülme sürecinin başlatıldığı Tanzimat dönemi.
Tarık Ramazan için “eski hal” ise, İslam medeniyetinin damgasını taşıyan ve İslam’ın hakimiyeti pratiğine dayalı olan bütün bir geçmiş. Dünyaya gözlerini Batı’da açmış birisi olarak Ramazan’ın, hayata ve olaylara “kendi muhitinin içinden” bakması anlaşılabilir bir şey. Hatta bunu –yukarıda da söylediğim gibi– belli aidiyetlerini yıpratmamaya özen göstererek yapmaya çalışması takdire şayan. Ancak;
Evet, işte bu “ancak”tan itibaren kuracağımız cümlelerin daha fazla önem arz edeceği açık, dolayısıyla daha özenle kurulmuş olması gerekiyor.
Onun düşüncelerinin en merkezî tesbitlerinden birisi, Müslümanların, Batı medeniyetinin “özgürlükçü/her şeyi mübah gören” karakterini tehlikeli bularak içe kapanması, Batı’dan gelen her şeyi peşin rezervlerle karşılaması. Oysa ona göre hakkında yasaklayıcı bir hüküm bulunmayan her şey mübahtır; dolayısıyla Batı patentli her “eşya”, fikir, düşünce ve tarz, İslam’ın kesin bir hükmüyle çelişmedikçe müslümanlar tarafından rahatlıkla benimsenebilir, içselleştirilebilir.
Sıkıntı da tam bu noktada başlıyor.
Ramazan, belki de modern tesbitlere dayalı olarak, Müslümanların bir kısmında geçmiş ulemamızın her şeyi söylediği şeklinde bir kanaat bulunduğunu ve bunun yanlış olduğunu söylerken, hemen bütün yazdıklarıyla şöyle bir cümle kurmamızı istiyor: Bizim bugün o cüz’î çözümler yerine daha genel/küllî tesbitlere ihtiyacımız var. Zira o cüz’î hükümler kendi dönemleri için “doğru” ve “işlevsel”di. Bugünse, bugünün gerçekleri doğrultusunda daha küllî bir bakış açısına ve buradan elde edilecek cüz’î çözümlere ihtiyaç var.
Bu tesbiti ortaya koyan mantalitenin şu kısmına bütün kalbimizle katılırız: Bugünün problemleriyle ilgilenirken cüz’î hükümler yerine, daha derinlikli projeksiyonlar yaparak küllî hükümlerden hareket etmek en gerçekçi yoldur.
De demek istediğimi pratik bir örnek üzerinden açıklamaya çalışayım:
Batı, Hristiyan kimliği dolayısıyla orada yaşayan müslümanlar için Daru’l-İslam değildir. Bu açık. Öyleyse burada yaşayan bir müslümanın, bankadan faizli kredi alarak ev-bark, araba… sahibi olmasında bir mahzur olmasa gerek. Özellikle ev ve araba “havaic-i asliye”den olarak oralardaki insanlar için olmazsa olmaz özellikte. (Hemen belirteyim ki, ben de geçmiş yıllarda bu bakış açısından hareket ederek bu meseleyi soran insanlara, ihtiyaç miktarınca, yani yatırım vb. maksatlar söz konusu değilse cevaz olabileceğini söylemiştim.)
Fakat hadiseye daha “küllî” bir bakış açısıyla baktığımızda, oralarda yaşayan Müslümanların daha “küllî” bir soruya muhatap olduklarını görürüz. O da şudur: Müslümanların, kendi memleketlerinde can ve mal emniyeti konusunda gerçek bir ihlal ya da benzeri bir “zorlayıcı” sebep yahut tebliğ gibi bir amaç olmaksızın oralarda yaşaması doğru mudur? Sadece “biraz daha rahat” veya “standartları daha yüksek” bir hayat yaşamak için Batı’da tavattun etmek (orayı vatan edinmek) doğru mudur?
Bu kararı vermiş bulunan milyonlarca müslüman, neyi önemseyerek/ön plana alarak verdi bu kararı? Dünyalık olarak elde ettikleri kazanç kadar, dinî sahada da kârlı çıktılar mı, yoksa dinden birtakım şeylerin yitip gitmesi pahasına mı dünyayı garantilediler? Oraya gidişleri dinî bir saike mi dayanıyordu, yoksa dünyevî endişeler mi temel amil oldu?
Sırf bu açıdan baktığımızda Tarık Ramazan’ın düşüncelerinin temelli bir tahlile tabi tutulması gerektiğini söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. İslam’ın, Batı medeniyetine karakterini veren “gelişme”, “değişme”, “özgürlük”… gibi kavramları gerçekten bu kadar sorgusuz-sualsiz kabul edeceğini/ettiğini söylemek ne kadar gerçekçidir?
Ramazan’ın bakış açısının –ihtiyat payını muhafaza ederek söyleyelim– “formel olarak” çok problem teşkil etmediği bir gerçek; ama derinlemesine tahliller yapıldığında üzerinde daha ciddi olarak durulması gereken problemlerin söz konusu olduğunu söylemeliyiz.
Kısmet olursa zaman zaman bu meseleyi irdelemeye devam edelim.
Milli Gazete – 6 Haziran 2009