Tarihsellik Mi, Tahrif Mi?

Ebubekir Sifil[dosya], 2007, Eylül 2007, Gazete Yazıları, Tarihsellik ve Hermenötik

Modern çağda karşı karşıya bulunduğumuz en önemli handikap, “Eskiler dini yanlış/eksik anlamış; doğrusu şudur”, tarzındaki takdim biçimleridir. Hem itikadî hem de amelî sahada yaygın olarak görülen bu tavra vücut verenin de, onu cazip kılanın da “modernite” olduğunda şüphe yok.

Meselenin temeline indiğinizde, bir kısmı nevzuhur, bir kısmı da içi boşaltılıp yeniden –farklı bir muhtevayla– doldurulmuş kavramlarla karşılaşıyorsunuz. Özgürlük, barış, insan hakları, adalet, eşitlik… bu meyanda temel fonksiyon icra eden kavramların başında geliyor.

Bu kavramları hayatın gayesi, varoluşun biricik anlamı, yani “Din” haline getirdiğinizde meselenin büyük bölümünü halletmiş oluyorsunuz. Bundan sonra sizi barışa, adalete, eşitliğe… götürecek yolu tayin etmek gibi basit işlemler kalıyor geriye. Bu anlayışa göre geçmişte bizzat Kur’an ve Sünnet tarafından bu ilkelerin gerçekleştirilmesi için öngörülmüş bulunan somut hüküm ve uygulamalar “olmazsa olmaz” değil, sadece birer “örnek”tir. Aslolan ilkelerdir ve onlara ulaşmanın yolu tarihten tarihe ve coğrafyadan coğrafyaya değişir.

Oysa burada gözden kaçırılan son derece önemli bir gerçek var: Din bize hem temel ilkeleri, hem de onların tahakkuk ve hayata intikal ettirilmesinin yolunu-yordamını söyler. Üstelik ne herhangi bir Kur’an ayetinde, ne de Efendimiz (s.a.v)’in herhangi bir söz, takrir ve uygulamasında bu somut hükümlerin zaman içinde değiştirilebileceğine, yerlerine yenilerinin konabileceğine dair en küçük bir ima vardır! Tam aksine, ilkelere ulaşmanın ancak somut hükümlere bağlanmakla mümkün olacağını gösteren pek çok referans vardır.

Ulemanın “Din” tanımını hatırlayın: “Din, akıl sahiplerini, Resul (s.a.v)’in getirdiklerini kabule çağıran ilahî sistemdir.”[1]es-Seyyid eş-Şerîf el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, 105; keza küçük farklılıklarla et-Tânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn, I, 503.

Buradaki “Resul (s.a.v)’in getirdikleri”nin mahiyetini kavramak için Efendimiz (s.a.v)’in gönderiliş gayesine bakmak kaçınılmazdır. O, bir peygamber olarak nasıl algılanması gerektiğini beyan sadedinde, “Sizden hiç kimse, hevasını benim getirdiklerime tabi kılmadıkça iman etmiş olmaz” buyurmuştur.[2]Kaynaklarda genellikle Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.a)’dan, Nu’aym b. Hammâd’ın yer aldığı bir senedle zikredilen bu rivayet hakkında en-Nevevî, “Hasen-sahihtir” … Continue reading

Efendimiz (s.a.v)’in burada sadece “adalet”, “özgürlük”, eşitlik”… gibi, içini dileyenin dilediği gibi doldurabileceği soyut ilkeleri kasdettiğini söylemek için yine bizzat bu rivayette kastedilen kimselerden olmayı göze almak gerekir! Zira en başta Kur’an böyle bir anlayışa geçit vermez: “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve kadın için kendi işlerinde(n dolayı) o işte tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne karşı gelirse, şüphesiz apaçık biçimde sapmış olur.”[3]33/el-Ahzâb,. 36

Kur’an ve Sünnet’in temel hedefinin, “insanlar arasında adaleti, eşitliği… sağlamak” olduğunu söylemek doğruysa –ki bunu dahi doğru dürüst tartışmış değiliz–, bunun nasıl gerçekleştirileceği sorusu meselemizin bel kemiğini oluşturmaktadır.

Bu meselenin “Allah tasavvuru” ile doğrudan ilişkili olduğu gerçeğini hatırdan çıkarmadan soralım: Asr-ı saadette hırsızlık yapan kimselere, “yaptığının karşılığı ve Allah’tan bir ukubet”[4]5/el-Mâide, 38. olmak üzere öngörülen ceza, günümüzde hangi yetki ve vukufiyetle “Allah adına” değiştirilecektir? Bir başka şekilde söylersek, geçmişte hırsızlık suçuna Allah Teala’nın takdir ettiği müeyyidenin, günümüzde Allah Teala tarafından artık uygun görülmediğine inanmamızı isteyen tarihselci söylemin sahipleri, bunu nasıl bir araç ve yöntemle tesbit ettiler acaba?

Keza zina suçunun Kur’an’da bildirilen cezası hakkında da benzer sorular sorulabilir: Üstelik Yüce Allah, “Allah’a ve ahret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dininde (mevcut bir hükmü uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın” buyurarak son derece hassas bir noktaya dikkatlerimizi çekmektedir: “Zina suçunu işleyenlere Kur’an’da öngörülen sopa cezasını uygularken, acıma hissinize yenik düşerek cezayı gerektiği şekilde uygulamaktan geri durmayın” anlamına gelen bu uyarı, “Eğer Allah’a ve ahret gününe inanıyorsanız” gibi son derece ağır bir vurgu eşliğinde ifadeye konuyor. Yani onlara acıma hissinize yenik düşerek cezayı gereği gibi uygulamazsanız, bu,  sizin Allah ve ahret inancınızda mevcut bir arızanın göstergesidir.

“Elimize silgi alıp Kur’an’dan ayet silelim demiyoruz” diyenleri bu ayet üzerinde tekrar tekrar düşünmeye davet etmek gerekir. Sopa cezasını gerekenden hafif uygulamak kişinin Allah ve ahret inancını zedeleyen bir husus olarak önümüzde duruyorsa, bu uygulamanın “miadını doldurduğunu” söylemenin nasıl bir ihtarı hak ettiğinin takdirini okuyucuya havale ediyorum.

Boşama hükümleri, zıhar keffareti, miras paylaşımı gibi “muamelat”a ilişkin hükümlerin “Allah’ın çizdiği sınırlar” olduğunu vurgulayan ayetlerin tarihselciler için ne ifade ettiğini bilemeyiz tabii; ama şu ayetlerin meseleyi net bir şekilde belirlediğini söylemek için basireti bağlanmamış mü’minler olmak yeterlidir:

“İşte bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere koyar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberi’ne isyan eder ve hududunu aşarsa, Allah onu, içinde ebedi kalacağı ateşe sokar.”[5]4/en-Nisâ, 13-4.

Allah Teala’nın koyduğu sınırlar gibi, onları korumanın da “tarihsellik” saçmalığıyla herhangi bir ilgisinin bulunmadığı, bu sınırları korumanın, ahretteki büyük başarı ve kurtuluşun göstergesi kılınmış olmasından oldukça açık bir şekilde anlaşılmaktadır:

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır. (Bu alış verişi yapanlar) tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!”[6]9/et-Tevbe, 112-3.

Fazla söze hacet var mı?

Milli Gazete – 15, 17 Eylül 2007

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 es-Seyyid eş-Şerîf el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, 105; keza küçük farklılıklarla et-Tânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn, I, 503.
2 Kaynaklarda genellikle Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.a)’dan, Nu’aym b. Hammâd’ın yer aldığı bir senedle zikredilen bu rivayet hakkında en-Nevevî, “Hasen-sahihtir” demiştir. Onun bu hükmüne, İbn Receb’in Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem’de (364 vd.) bu rivayetin birkaç illetle ma’lul olduğu söylenerek itiraz edildiği görülmektedir. en-Nevevî’nin tahsin ve tashih ettiği senedin İbn Receb tarafından taz’if edilen sened olup olmadığı tam olarak tesbit edilmedikçe bu rivayetin mutlak olarak zayıf olduğunu söylemek doğru değildir. Fethu’l-Bârî’de hasen seviyesinden daha aşağı rivayetlere yer vermemeyi iltizam etmiş olan İbn Hacer bu rivayeti Ebû Hureyre (r.a) hadisi olarak zikretmiş ve “ravileri güvenilir (sika) kimselerdir” demiştir. Ondan önce İbn Teymiyye bu rivayeti zikretmiş ve büyük Hadis hafızı Ebû Hâtim tarafından es-Sahîh isimli eserde rivayet edildiğini belirtmiştir. (Mecmû’u’l-‘l-Fetâvâ, X, 288. Bu eserdeki hadisleri tahriç eden Mervân Küçük’ün (Tahrîcu Ahâdîsi Mecmû’ati Fetâvâ, II, 168) verdiği bilgi de maalesef sadra şifa değildir.)
3 33/el-Ahzâb,. 36
4 5/el-Mâide, 38.
5 4/en-Nisâ, 13-4.
6 9/et-Tevbe, 112-3.