Sünnet’in Kur’an’ı Beyan Fonksiyonu ve Bir Usul Problemi

Ebubekir Sifil2005, Gazete Yazıları, Şubat 2005

Sünnet’in Din’deki temel konumu, Modern Din telakkisi mimarlarının hedef tahtasındaki temel birkaç meseleden biri olması dolayısıyla sık denebilecek periyotlarla bu köşede mevzu-i bahs ediliyor. Meselenin ehemmiyeti ve gündemdeki değişmez yerini muhafaza etme özelliği sebebiyle, üzerinde ne kadar durulsa sezadır.

Bugün meseleye “bizim penceremizden” bakıldığında “problem” görüntüsü veren bir noktaya değineceğim.

Önce soruyu soralım:

Madem ki Sünnet Kur’an’ın “beyan edicisi”dir ve madem ki Sünnet’i bize aktaran en önemli vasıta “hadis rivayetleri”dir; öyleyse büyük çoğunluğu “haber-i vahid” kategorisinde bulunan bu rivayetlerin Kitab’a ziyade bir hüküm getiremeyeceğini söyleyen Hanefî Usulü bakımından burada bir problem yok mudur? “Beyan” fonksiyonu, “mübeyyin”in, “mübeyyen” tarafından –en azından– lafzen yer verilmeyen hususlar içermesini de kapsadığına göre ya Hanefî Usulü’nde, ya da haber-i vahidler’in Kur’an’ı beyan ettiği söyleminde bir sıkıntı var demektir. Bu işkâli nasıl çözebiliriz?

Üstelik Hanefî Usulü’nde “meşhur hadis”ler de “haber-i vahid” kategorisinde değerlendirilmektedir. Yani mütevatir hadisler dışında kalan bütün rivayetler Hanefîler’e göre “haber-i vahid”dir ve onların “beyan” fonksiyonunun ayrılmaz bir parçası olan “ilave hüküm getirme” özelliği bulunmamaktadır. Öyleyse nerede kaldı Sünnet’in Kur’an’ı beyan fonksiyonu?

Öncelikle belirtelim ki, Hanefîler haber-i vahid’in Kitab (Kur’an) üzerine ziyade hüküm getiremeyeceğini mutlak olarak söylemiş değildir. Hanefîler’e göre haber-i vahid, herhangi bir amelin Kur’an’da belirtilen şart ve rükünleri üzerine bu mertebede (yani “şart” ve “rükün” mertebesinde) ilave hüküm getiremez. Söz gelimi namazın “içindeki ve dışındaki şartlar” olarak bilinen şart ve rükünleri böyledir. Haber-i vahid bunlar üzerine aynı mertebede ilave hüküm getiremez.

Hanefîler namazda ta’dil-i erkâna riayetin farz olmadığını söylerken bu asıl üzerinde hareket etmiştir. Zira Kur’an’daki rükû ve secde emri “hâss” (hususi) özellikteki ayetle sabittir ve “hâss”ın beyana ihtiyacı yoktur. Çünkü o zaten “beyyin/açık”tır. Onu tekrar beyan etmek, beyyinin beyanı ve sabitin isbatı demek olur ki, bu biaynihi “nesh”tir. Kitab’ın haber-i vahid ile neshi söz konusu olamayacağına göre, namazda ta’dil-i erkâna riayet kapsamına giren hususları Hanefîler “rükün” olarak tesbit etmemiştir.

Öyleyse rükû ve secdede tuma’ninet, rükûdan kalkıştaki duruş ve iki secde arasındaki oturuş; abdeste niyetle başlamak, besmele çekmek, azaları birbiri peşi sıra ve belli bir tertip ile yıkamak… gibi hususların namazın ve abdestin farzları olarak değil, vacip veya müstehapları olarak tesbit edilmesindeki inceliği burada aramamız gerekiyor. (Hâfızuddîn en-Nesefî, “Keşfu’l-Esrâr”, I, 20 vd.)

Şu halde Hanefîler’in haber-i vahid ile Kitab üzerine ziyadeyi mutlak olarak reddetmediğini, haber-i vahid ile sabit olan hususları Kitab’la (sübutu kat’î olanla) belirlenen “şart ve rükün” seviyesinde değil ama “vücub ve istihbab” seviyesinde kabul ettiğini söylemek durumundayız.

Söz buraya gelmişken bu meseleden teferri eden bir başka meseleye değinelim: Hanefîler’e göre namazda Fatiha okumak –yukarıdaki izahat doğrultusunda– farz değil, vaciptir. Çünkü namazda Fatiha okunması gerektiğini ifade eden hadisler Hanefîler’e göre “mütevatir” değil, “meşhur”dur. Meşhur haberlerin ise sübutu kat’î değildir.

Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî bu meseleye değinirken (“Feydu’l-Bârî”, I, 48-9) “Fatiha okumayanın namazı yoktur” anlamındaki hadislerin delaletinin kat’î olmadığını, bunların, Fatiha okunmayan namazın faziletini veya kemalini nefye delalet edebileceğini söyleyen İbnu’l-Hümâm’a itiraz eder ve kısaca şöyle der:

Bu rivayetlerin delaletinin kat’î olmadığı söylendiği zaman, bunlara dayanarak namazda Fatiha okumanın vacip olduğunu söylemek de sakıt bir istidlal olur. Zira bu durumda ilgili rivayetlerin hem delalet, hem de sübutlarının zannî olduğu söylenmiş olmaktadır. Böyle rivayetlerle de vücup sabit olmaz.

Ancak İbnu’l-Hümâm’ın (hatta sadece onun değil, başka pek çok alimin) bu istidlal tarzı doğrudur. Zira konuyla ilgili –kavlî ve fiilî– hadislerin tamamı bir arada ele alındığında Fatiha okumanın vücubu kesin olarak taayyun etmektedir. Dolayısıyla “İ’lâu’s-Sünen”deki tahkikattan da ortaya çıktığı gibi, tek başına “Fatiha okumayanın namazı yoktur” anlamındaki rivayetlerin delaletinin kat’î olmadığını söylemek, konuyla ilgili rivayetlerin tamamından Fatiha okumanın vücubu sonucu çıkmamasını gerektirmez. Allahu a’lem.

Milli Gazete – 15 Şubat 2005