Dr. Mustafa Öztürk’ün bir önceki yazıda kısa alıntılarla özetlemeye çalıştığım tebliğinden hareketle bugün hermenötik konusunu irdelemek istiyorum. Herşeyden önce Kur’an’ı nasıl tanımladığımızın burada merkezi bir yer tuttuğunu tesbit etmeliyiz. Hatta bundan da önce şu temel “mesele”yi gündeme almak gerekiyor: Nasıl bir Allah’a iman ediyoruz? Eğer mutlak kudret sahibi, ilmiyle bütün zaman ve mekânları kuşatan, mutlak hikmet ve adalet sahibi bir Yaratıcı’dan söz ediyorsak, insanlığı son kez dalaletten hidayete sevk etmek üzere gönderdiği ve sadece “göndermek”le de yetinmeyip, “beyanı”nı da üzerine aldığı Kitab’ında –kıyamete kadar başka kitap göndermeyeceğine göre–, sadece 7. yüzyıl Arabistanı’nı dikkate alan, sonraki tarihlerde ve diğer coğrafyalarda yaşayanları ise modern hermenötik yöntemleri geliştirilene kadar mesajını anlamaktan yoksun bırakmış olan bir ilah tasavvuru ile bu inancı bağdaştırmak akla ziyan iş. Bu nokta aydınlığa kavuşturulmadıkça Kur’an’ın tanımı konusunda söylenecekler doğru bir zeminde hareket edilmesine hizmet etmeyecektir.
Öte yandan eğer mesele murad-ı ilahiyi yakalamaksa şu sorunun cevabını vermek durumundayız: Ontolojik kabuller ve somut tezahürler düzleminde bir bütün olarak Din’in, aynı literal yapıdan hareketle tarihin bir diliminde bir şekilde, başka bir diliminde başka bir şekilde (ve gerekirse ilk şekle tamamen aykırı olarak?) teşekkül edebileceğini söyleyebileceğimizin garantisi nedir? Bu sorunun cevabı, aynı zamanda Kur’an ve Sünnet’i “tarihselci” gözlükle okumanın mümkün olup olmadığı sorusuna da cevap oluşturacaktır. “Hermenötik yöntemler teknik olarak Kur’an bağlamında mümkün müdür?” sorusundan önce, “Otantikliği üzerinde hiçbir tartışmaya yer bulunmayan Kur’an, kendisini Ezra’nın kaleminden çıkmış bir Tevrat veya Matta, Markos ve diğerlerinin kaleminden çıkmış bir İncil muamelesine tabi tutmamıza ne der?” diye merak etmek, ilmî dürüstlükten de önce Müslümanlığımızın gereği değil midir?
Eğer Kur’an’ın anlaşılması, her zaman olduğu gibi bugün de güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bir “sorun” olarak önümüzde duruyorsa, İlahi kelam kendisini hiçbir zaman ifade edememiş, murad-ı ilahi hiçbir zaman anlaşılmamış ve hayata yansımamış demektir. Anlaşılması çağlar boyunca “sorun” olmuş bir Kelam insanlar için nasıl “hidayet kaynağı” olma iddiası taşıyabilir ki!
Diğer bir nokta da Kur’an’ın, 7. yüzyıl Arabistanı’nın dil ve kültür evrenine vahyedilmiş bir Kelam olması dolayısıyla tarihsel bir metin olarak algılanması. Bana göre burada da “nasıl bir Allah inancı?” sorusu gündeme geliyor. Düşünün ki, kıyamete kadar bütün insanlığın problemlerine çözüm olarak indirildiğini söyleyen bir Kitap var ve bu Kitap sadece 7. yüzyıl Mekke-Medine’sinin sınırlı sosyal/kültürel çevresiyle ilgileniyor. Diğer tarih ve coğrafyalar ise onun muradını anlayabilmek için adeta “şifre çözmek” zorunda bırakılıyor. Bu bakış açısı büyük ölçüde Kur’an ayetlerinin mutlak surette sebeb-i nüzul dediğimiz hadiseler üzerine inzal edildiği tezi üzerine kurgulanmaktadır. Oysa burada somut bir sebep-olay söz konusu olmaksızın inen ayetler bulunduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Bir an için bu gerçeği yok saysak bile, hüküm getiren ayetlerin sosyo-kültürel ortamla ve nüzul sebebiyle mutlak bağımlılık (dolayısıyla mutlak değişkenlik) arz eden bir yapıya sahip bulunduğunu söyleyebilmek için ne türlü verilere sahip olduğumuz sorusu da önemlidir.
Milli Gazete – 17 Ekim 2002