Kur’an‘da Sahabe‘den övgüyle bahseden ayetlerin “mukayyed” olduğunu söyleyebilmek için, ilgili ayetleri takyid edici özellikte, delalet ve sübutu kat’î delile ihtiyaç bulunduğu açıktır. Yoksa Kur’an‘ın umum ifadelerini keyfimize göre takyid edebileceğimizi söylemiş oluruz ki, böyle bir davranışın adı “Kur’an’a teslim olmak” değil, “kendi zihnî kurgularımızı ve önceden/Kur’an dışında oluşmuş kabul ve redlerimizi Kur’an‘a tasdik ettirmek”tir.
Zira “… o gün ki Allah Peygamber(in)i ve onun maiyetinde iman edenleri utandırmayacak. Onların nurları önlerinden ve sağlarından sür’atle iner/parıldar…” (66/et-Tahrim, 8) ayeti ve benzer muhtevadaki diğer ayetler Sahabe‘nin uhrevî durumunu açık bir şekilde haber vermekle, böyle bir takyid ihtimalini re’sen ortadan kaldırmaktadır.
Bu noktada Sahabe arasında münafıklar bulunduğunu ileri sürerek, münafıklarla ilgili ayetleri, bahsi geçen takyidin delili olarak takdim etmek de doğru ve gerçekçi değildir.
“Hem çevrenizdeki bedevîlerden münafıklar, hem de Medine halkından münafıklığa çalışanlar var. Sen onları bilmezsin; onları biz biliriz…” (9/et-Tevbe, 101) ayetinde Sahabe‘denmiş gibi görünen, ancak gerçekte münafık olan bir takım kimselerin mevcudiyeti haber veriliyor, üstelik de bunların Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından bilinmediği belirtiliyor. Bu doğru. Ancak bu ayeti ileri sürerek Ümmet tarafından, hatta bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından mü’min ve sahabî olarak bilindiği halde gerçekte münafık olan kimseler bulunduğunu ve devr-i saadette olsun daha sonraki dönemlerde olsun bunların, diledikleri gibi icra-i faaliyet ettiklerini söylemek cehalettir.
Her şeyden önce bu ayette anlatılan münafıkların, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından bilinmediği halde başkaları tarafından bilinebileceğini söylemek mümkün değildir. Öyleyse bu noktada söylenenler, spekülasyon olmaktan öte bir değer ifade etmeyecektir…
Esasen “Yoksa kalplerinde bir hastalık bulunanlar Allah’ın, kinlerini asla meydana çıkarmayacağını mı sandılar? Dileseydik sana onları elbette gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın…” (49/Muhammed, 29-30) ayeti ve münafıkların ahval ve özelliklerinden bahseden başka pek çok ayet (bilhassa 9/et-Tevbe ayetleri), onların Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından tanınmadığını/bilinmediğini söylemenin mümkün olmadığını ortaya koymaktadır.
Münafıkları –gerek Allah Teala’nın bildirmesiyle, gerekse Nebevî fetanet ve firasetiyle– tanıyan/bilen Hz. Peygamber (s.a.v)’in, onları Sahabe‘ye (en azından belli kimselere) bildirmesinin dinî, idarî, toplumsal ve stratejik açıdan önemi üzerinde ayrıca durmaya gerek yoktur.
Nitekim böyle de olmuş ve Efendimiz, dönemindeki münafıkların adını Sahabe‘den Huzeyfe b. el-Yemân (r.a)’a bildirmiştir. (el-Buhârî, Müslim…) Hatta Hz. Ömer (r.a)’in, bir cenaze olduğunda Huzeyfe b. el-Yemân (r.a)’ı takip ettiği, onun katılmadığı cenaze namazlarına katılmadığı nakledilmiştir. (İbn Abdilberr, “el-İstî’âb“, I, 335.)
Hz. Peygamber (s.a.v)’in irtihalinden sonra Sahabe arasında çıkan malum olayları, Havariç, Mu’tezile ve Şia‘nın tarih içinde ortaya attığı iddiaları esas alarak yorumlamaktan ibaret bir yaklaşımla “Sahabe“yi hedef tahtasına oturtmaya çalışan çağdaş ehl-i bid’atın, bu noktada Kur’an ayetleri üzerinden maksada vasıl olamayacağı aşikâr. Konunun hadis rivayetleri zeminindeki durumuna ise bir sonraki yazıda değinelim.
Milli Gazete – 5 Haziran 2005