Hz. Peygamber (s.a.v)’in irtihalinden sonra bir kısım sahabîlerin yolunu değiştirdiğini, Allah ve Resulü‘nün razı olmadığı şeyler yaptığını, hatta irtidat ettiğini anlatan rivayetleri nasıl anlamalı?
Başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok muteber Hadis kaynağında nakledilmiş olan bu rivayetler acaba bizim bugün “ileri gelen sahabîler” olarak büyük bir hürmet ve hayırla andığımız kimselerin aslında yoldan çıkmış, ihanet, hatta irtidat etmiş kimseler olduğunu mu anlatmaktadır?
Efendimiz (s.a.v)’in irtihalinden sonra ihdas ve irtikap ettikleri şeyler sebebiyle havz-ı Peygamberî‘den men edilecek, Efendimiz (s.a.v)’in “Onlar benim ashabımdır” demesine, “Onların senden sonra neler ihdas ettiğini bilmiyorsun” karşılığının verileceği “bazı kimseler”i anlatan bu rivayetleri gerek geçmişte gerekse günümüzde diline dolayan ehl-i bid’atın, maksada vasıl olabilmek için çözmesi gereken bazı problemler var:
- Bu rivayetlerde geçen “ashabım” tabirinden yola çıkarak kimlerin kastedildiğini tesbit etmek mümkün değildir. Dolayısıyla burada şahıs tesbiti yapabilmek için daha net ve kesin ifadeler içeren sahih rivayetlere ihtiyaç bulunduğu açıktır. Aksi halde Sahabe‘nin tamamının zan ve itham altında bırakılması söz konusu olacaktır.
- Bu kimselerin, Efendimiz (s.a.v) tarafından havz-ı Kevser‘in başında “ashabım” olarak çağırıldıkları halde bu sıfatı hak etmedikleri ve Kevser‘den men edilecekleri rivayetlerde tasrih edilmektedir. Sebebi de Efendimiz (s.a.v)’den sonra irtidat etmeleridir. Şu halde bu kimselerin gerçek anlamda “sahabî” olmadıkları açıktır. Zira “iman üzere ölmüş olmak”, sahabî tarifinin sacayaklarından birini oluşturmaktadır.
- Tarihte ve günümüzde ehl-i bid’atın bu rivayetleri cerhinde kullandığı sahabîlerin her birinin fezail ve menakıbı hakkında, hiçbir kapalı noktaya yer bırakmayacak açıklık, kesinlik ve sıhhatte (aynı ve daha başka kaynaklarda nakledilmiş) Nebevî beyanlar mevcuttur ki, bu rivayetlerle bahsimizin konusunu oluşturan rivayetler “delalet” bakımından asla bir tutulamaz.
Sahabe‘nin faziletleri konusunu icmalî olarak vurgulayan rivayetler de bunlara eklendiğinde ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır: Eğer mesele “rivayet” zemininde ele alınacaksa, Usul şunu gerektirir: Delalet bakımından açık ve kesin olan rivayetler, kimlerin kastedildiği belli olmayan, yani muğlak, gayri sarih ve delaleti kat’î olmayan rivayetlere tercih edilmelidir. Dolayısıyla bu rivayetlerde anlatılan zümre, faziletleri gerek sarih, gerekse icmalî olarak ifade buyurulmuş olan sahabîler olamaz.
Öyleyse bir kısım sahabîlerin, “irtidat” dahil olmak üzere Allah ve Resulü‘nün hoşnut olmayacağı işler yaptığını anlatan rivayetleri nasıl anlamalı?
Bu türlü rivayetleri, Hz. Ebû Bekr (r.a) zamanında ortaya çıkan toplu irtidat hadiselerine yormak en makul olanıdır. Özellikle bedevî Araplar arasında baş gösteren bu irtidat furyası, bilindiği gibi I. halifeyi epey uğraştırmış, tarihe “ridde olayları” adıyla geçen mücadeleler, Hz. Ebû Bekr (r.a)’in hilafet döneminin dinî-siyasî gündemine damgasını vurmuştur…
Günümüzde garip ve yaygın bir şekilde “sıradan/önemsiz bir olay” gibi algılanan bu hadise aslında son derece mühimdir. İslam tarihinin müşahede ettiği bu ilk toplu başkaldırı ve irtidat hadisesinde Hz. Ebû Bekr (r.a), tam 4 adet yalancı peygamberle, onların peşine takılan bedevî kabilelerinin oluşturduğu kitlelerle mücadele etmek zorunda kalmıştı. Hatta başlangıçta Üsâme (r.a) ordusu henüz seferden dönmediği için mürtedlerin taarruzu tehlikesiyle yüzyüze gelen Medine‘de savunma tedbirleri alınmış, saldırı ihtimaline karşılık stratejik geçitler tutulmuştu.
Bunlara, zekât vermeyi reddedenler de eklendiğinde hadisenin boyutlarının daha iyi anlaşılacağında şüphe yoktur…
Milli Gazete – 6 Haziran 2005