Hayatın en yalın gerçeği ölüm. Gözümüzle göremediğimizi düşünürüz onu çoğu zaman. Bu sebeple de idrak edilemez olduğunu zannederiz. Oysa o bütün hakikatiyle hep en yakınımızdadır. Her sene ölüp yeniden dirilen tabiat, doğum anından itibaren başlayan hayat maceramız, hele de ağaran saçımız sakalımız… Hep ona doğru yol almakta olduğumuzu ihtar eder durur.
Ölüm hakikatiyle birlikte düşündüğümüzde ancak anlamlıdır varlığımız. Hayatı “insanca” yaşamak onunla iç içeliğimizin idrakinde saklıdır.
Ölüme bakışımız, ahirete bakışımızla doğrudan irtibatlıdır. Kimin başı ölümle hoş değilse, ya yaşadığı hayata, ya da ahirete inanmıyordur.
Mü’minin günah ve münkerattan uzak durması ve salih amel işlemekteki hırsı, meseleye “dışarıdan” bakan çoklarına, eninde sonunda bir “menfaat temini” gayreti olarak görünür. Bilmezler ki “Allah rızası” mü’min için her türlü beklentinin üzerinde ve ötesindedir; maksadın içindeki maksattır. “Mevla görelim neyler; neylerse güzel eyler” kıvamındaki teslimiyet hayata da ölüme de gerçek anlamını veren idrak ve şuur durumunun yansımasıdır.
Doğrusu, bu ruh ve idrak durumunun, her türlü menfaati ve “karşılık beklediği için yapma” basitliğini aşan, “layık olma” gayreti olarak görülmesidir. Yüce Yaratıcı’nın rahmet nazarından mahrum kalma korkusu, O’nun “kulum” hitabına layık olamama endişesi mü’min için her türlü hassasiyetin kaynağıdır. Ve aslında insanı “mü’min” yapan da temelde bu endişe ve korkunun ruhuyla-bedeniyle, kalbiyle-azalarıyla bütün varlığını kaplamasından başka birşey değildir.
İmam el-Buhârî ve daha başkalarının naklettiği bir hadiste Efendimiz (s.a.v) bu noktayı şöyle izah buyurmuştur: “Kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kim Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz. (Bunun üzerine ezvac-ı tahirattan orada bulunan Hz. Aişe (r.anha) veya bir diğer annemiz, “Bizler (insan olarak) ölümden hoşlanmayız (bu durumda ilahi iltifattan mahrum muyuz?)” dedi. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:) Öyle değil. Fakat mü’min ölüm anında Allah’ın rıza ve ikramı ile müjdelenir. O anda onun için önünde bulunan (bu müjdeden ve onun sonuçların) dan daha sevgili hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine Allah’a kavuşmayı arzu eder; Allah da ona kavuşmayı ister. Kâfir ise ölüm anında Allah’ın azap ve ikabıyla müjdelenir. Onun için önünde bulunan (bu azap) dan daha kötü hiçbir şey yoktur. Bu sebeple Allah’a kavuşmak istemez; Allah da ona kavuşmayı istemez.”[1]Mü’minlerin annesinin bu rivayetteki sorusu, ölüm hakikatinin idrakinde olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Burada, meselenin sıradan insanlar için arz ettiği mahiyet gündeme … Continue reading
Dünyanın bir “oyalanma ve aldanma yeri” olduğu gerçeği ölümle birlikte anlam kazanır. Ölümün “ağızların tadını bozan” olması, aslında kendisinden değil, bizden kaynaklanan bir durumu ortaya koyar. Ölüm ağzımızın tadını bozuyorsa, bizim dünyaya fazlaca daldığımızın ifadesidir. Bu itibarla, ölümü bu şekilde tasvir eden rivayeti, “Ölüm ağzınızın tadını bozuyorsa dünyaya fazlaca dalmışsınız demektir. Bu durumdaki kimseler ölümü daha fazla ansın” şeklinde anlamak –Allahu a’lem– yanlış olmayacaktır. Zira ancak bu durumda ölümü anmak insanı battığı yerden çekip çıkarır. Yoksa ölüm hakikatini bir an olsun idrakinden çıkarmayanlar için ölüm niçin “ağızların tadını bozucu” olsun ki!
Milli Gazete – 8 Şubat 2010
Kaynakça/Dipnot
↑1 | Mü’minlerin annesinin bu rivayetteki sorusu, ölüm hakikatinin idrakinde olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Burada, meselenin sıradan insanlar için arz ettiği mahiyet gündeme getirilerek Efendimiz (s.a.v)’den daha fazla izah isteme amacı vardır. Nitekim arkasından gelen izah, bu sorunun isabetini ortaya koymaktadır. |
---|