Ne Alaka?!

Ebubekir Sifil2005, Ağustos 2005, Gazete Yazıları

11 Eylül hadisesinden sonra yaşanmaya başladığına inanmamız istenen süreçte Batılılar‘ın parmağı “kötü” olarak kimi işaret ediyor? Bu sorunun cevabını bizden birilerinin Seyyid Kutup, Mevdudi, hatta İbn Teymiyye olarak tesbit etmesi doğrusu oldukça yadırgatıcı. Aynı derecede yadırgatıcı bir başka husus da, bu isimlerin bir desenin motifleri gibi uyumlu ve aynı kalıpta değerlendirilebilecek kadar benzeşen kimseler olarak telakki edilmesi…

İbn Teymiyye Moğol istilasına karşı direniş “başlatan” kişi olarak tesbit edilebilir mi? Ya da mevzu-i bahsimizde Seyyid Kutub‘u önemli kılan, İslam‘ı bir bütün olarak hayata taşımak amacıyla çıktığı yolda şehadet şerbeti içmesi mi, yoksa “Yoldaki İşaretler“de veya başka eserlerinde İslam‘ın Sahabe sonrası 1300 küsür yıllık dönemi, hakkındaki tesbitleri mi?

Doğrusu 19 ve 20. yüzyıllarda İslam‘ı bir bütün olarak yaşanması gereken bir Din olarak görenleri “İslamcılık” kavramı altına sokarak kategorize ettiğimiz, daha doğrusu böyle bir kategorizasyonu kabul ettiğimiz zaman, farkına varmadan belki şöyle düşünmeye de başlamıştık: İslamcılar tarih sahnesine çıkmadan önce, ya da adı “İslamcı” olarak anılanlar dışında kimse bu Din‘i itikadiyyatı, ibadat ve muamelatı ile bir bütün olarak yaşamayı iltizam etmemiş, Din‘in bu şekilde algılandığı/yaşandığı bir zaman dilimi olmamıştır?!

Belki böyle düşünmemizde tarihi ideolojik gözlükle okuma illetinden kurtulamamış olmamızın da payı var ve eğer bu doğruysa, yukarıda sözünü ettiğim kategorizasyonu yapanların bir illüzyonu ile karşı karşıya bulunuyoruz demektir.

Soru şu: Neden İbn Teymiyye “büyük bir alim”dir de, çağdaşı ez-Zehebî, Takiyyüddîn es-Sübkî, İbn Dakîk el-İyd… vd. “küçük”tür? Ya da niçin Mevdudi‘ye yapılan onca vurgu, İslamî siyaset ile onun kadar içli-dışlı olmuş ve fakat ilimde ondan daha derinlikli Pakistan uleması hakkında yapılmamıştır?

Bu soruya herkesin farklı bir cevabı olabilir. Bana göre ise galiba cevap, yukarıdaki paragrafta geçen ve tırnak içine de almadığım için muhtemelen dikkatinizi çekmemiş olan bir tabirde gizli: “İslamî siyaset.” Kişioğlunun bu tabire yaptığı vurgu ne kadar fazla ise, “İslamcılığı” veya popülaritesi de o kadar fazla oluyor! Oysa bu durum, kafamızın içinde kompartımanlara ayrılmış bir yapı bulunduğunu ele vermez mi?

Yani nasıl bir kimseyi ibadat-u taati, zühd-ü takvayı vurguladığında Tasavvuf ehli, Kur’an ve Sünnet‘i vurguladığında Selefî, Fıkıh ve Usul‘e vurgu yaptığında “molla” olarak damgalamak gerekmiyorsa, “İslamî siyaset” tabiri içine giren hususları çokça gündeme getirmek de “kıymet ölçüsü olarak öne çıkarılmamalıdır.

Bu babda İbn Teymiyye‘yi çağdaşlarından ya da –dönemsel anlamda– selef ve haleflerinden farklı kılan hiçbir şey yoktur; itikadiyyat ve fıkhiyyat sahasındaki şazz görüşleri dışında…

Dolayısıyla Müslümanlar için en az şehadeti kadar Seyyid Kutub merhumun şu ifadeleri de titizlikle ve ciddiyetle dikkate alınmalı ve sorgulanmalıdır: “Allah Elçisi, yüreği bütün pisliklerden arınmış yepyeni bir nesil yaratmak istiyordu. Beyni, düşüncesi ve bilinci Kur’ân’ın içerdiği ilâhî yöntemden başka şeylerden tamamen arınmış, saf, arı-duru bir nesil? İşte o nesil sadece ve sadece bu kaynaktan susuzluğunu gideren bir nesildi. Tarihteki eşsizliği de bu yüzdendi. Sonra ne oldu?.. Kaynaklar karıştı, safiyet bozuldu! Bu neslin ardından gelen kuşakların beslenme kaynaklarına Grek felsefesi ve mantığı, Pers efsaneleri ve düşünce biçimleri, Yahudi israiliyâtı ve Hristiyanlık mistisizmi, bunların dışında kalan diğer kültür ve medeniyetlerin tortuları karıştı. Bütün bu sayılan kültür ve medeniyet öğeleri Kur’ân tefsirlerine, kelâm ilmine, fıkıh ve fıkıh metodolojisine de bulaştırıldı. O nesilden sonra gelen bütün nesiller bu bulanık kaynaktan beslendiler. İşte bundan dolayı o evsafta ikinci bir nesil kesinlikle gelmedi. O nesil ile öteki nesiller arasındaki açık farklılıktaki birincil faktörün kaynakta meydana gelen bu bulanıklıkta olduğunda kuşku yoktur.”

Milli Gazete – 6 Ağustos 2005