Bir önceki yazıda sözü kitaplardan açmışken bu yazıda da devam edelim istedim. İnsan Yayınları editörü muhterem Ahmet Murat Özel’in uzun sayılabilecek bir zaman önce lütfedip gönderdiği Bahâeddîn Nakşbend, Tasavvuf sahasındaki çalışmalarıyla tanıdığımız genç ve gayretli araştırmacı Dr. Necdet Tosun’a ait.
Nakşbendîlik, sonradan ayrıldığı pek çok kol vasıtasıyla İslam dünyasının çok büyük bir kesiminde varlık ve etkinliğini sürdüren bir tarikat olmakla birlikte –kitaba yazdığı takrizde Hamit Algar’ın da belirttiği gibi–, tarihsel gelişiminin sistematik araştırması bugüne kadar yapılmış değildi. Tosun bu çalışmasıyla işte bu boşluğu dolduruyor ve tarikatın, Bahâeddin Nakşbend öncesi ve sonrası gelişim süreçlerini, tarikatın şeyhlerini, kollarını ve hatta diğer tarikatlar ve toplumsal kurumlarla ilişkilerini başarılı biçimde ortaya koyuyor.
Kitabın bilimsel değerini artıran bir diğer husus da, yazarının, konuyla ilgili geniş bir bibliyografyaya hakim olması. Sadece Doğu ve Batı’da ortaya konmuş matbu çalışmalarla yetinilmeyip, geniş bir coğrafyaya dağılmış bulunan yazmalardan da istifade edilmiş olması, Tasavvuf sahasında ülkemizde pek sık rastlanmayan özgün çalışmalar görebileceğimizin umut verici ve parlak bir ifadesi. Yazarı yürekten tebrik ediyorum. Kitabın bir diğer özelliği de Nakşbendîliğin kavram ve ritüellerini de vermesi. Böylece okuyucunun kafasında bu tarikat hakkında bütünlük arz eden bir fikir oluşuyor.
Ancak burada “kafa karıştırabilecek” bir hususa işaret etmeden geçemeyeceğim. Dr. Tosun’un da sıklıkla vurguladığı, hatta özel bir ara başlık altında ele aldığı gibi (s. 341) gibi Nakşbendîlik “Sünnî” bir tarikattır. Herhangi bir konuda bu tabiri kullandığımız zaman –siyasal vd. yansımaları bulunduğunu da teslim etmekle birlikte–, ağırlıklı olarak “itikadî” bir duruşu ifade etmiş oluyoruz. Eğer bu söylediğim doğruysa, yine Tosun’un tesbitiyle (351), tarikatın, Abdülhâlık Gücdevânî ile başlayan “Hâcegân dönemi”nde İbn Arabî’nin sistemleştirdiği “Vahdet-i Vücud” görüşü kabul görmemiştir. Bahâeddin Nakşbend’e gelene kadar yaklaşık iki asır boyunca kabul görmemiş olan bu düşünce, Nakşbend’in halifeleri Muhammed Pârsâ ve Alâeddin Atâr tarafından kabul edilmiş ve nihayet “Müceddidiyye” kolunun kurucusu İmam Rabbânî’ye gelene kadar benimsenen bir görüş olarak yerleşmiştir. Bilindiği gibi İmam Rabbânî bu görüşe karşı çıkarak tarikatın bu genel tavrını “Vahdet-i Şuhûd”a çevirmiştir.
Öte yandan Tosun’un derlediği malumata bakılırsa (352 vd.) tarikatta “Vahdet-i Vücud” önceleri ancak bir “ara merhale”, aşılması gereken bir durak olarak kabul edilmiştir. Acaba İbn Arabî tasavvufunda “merkezî” bir yer işgal eden bu görüş Sünnîlik’le ne kadar bağdaşmaktadır? Yahu şöyle soralım: Doğrudan itikadın en temel konularını ilgilendiren “Vahdet-i Vücud”u benimseyenler mi, yoksa benimsemeyenler mi “gerçek Sünnî”dir? Bâyezid-i Bistâmî’nin, Hallac’ın ya da İbn Arabî’nin söylediklerini “aşılması gereken” bir merhalenin şathiyatından olarak kabul edecek olursak (bu konuda bizzat Bahâeddin Nakşbend’den nakledilen sözler için bkz. 252-3), bu, aynı zamanda onların velayet mertebeleri bakımından “görece” bir “kemal eksikliği” anlamına gelmez mi? Konunun “sahv” ya da “sekr” açıklamasıyla görecelik alanına çekilerek izah edilmesi problemi gerçekten ortadan kaldırıyor mu?
Bu söylediklerimin, mezkûr çalışmanın bilimsel değerini değil, yüzyıllara uzanan bir problemin değişik bir veçhesiyle ilgili olduğunu tekraren belirteyim.
(Kitap için: İnsan Yayınları: 0212.642 74 84; www.insanyayinlari.com.tr)
Milli Gazete – 14 Aralık 2002