Mutlakı İzafîleştirmek

Ebubekir Sifil2007, Gazete Yazıları, Mart 2007

Ehl-i Kitab’ın kurtuluşa ereceği iddiasının temeline yerleştirilen 2/el-Bakara 62 ve 5/el-Mâide, 69 ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bu köşede birçok yazı okudunuz.

[1] Örnek olarak aşağıdaki linklere … Continue reading

 O yazılardan her birinde, konu hakkında daha önce söylenmiş, yaygın olarak bilinen şeyleri tekrarlamaktan ziyade, meseleye değişik açılardan bakmayı hedeflemiştim. Bu yazıda da bir başka boyut üzerinde durmaya çalışacağım.

Gerek Ehl-i Kitab’a cennet teşrifatçılığı yapanların, gerekse konuyu Dinlerarası diyalog bağlamında istismar edenlerin, sıklıkla Ehl-i Kitab’ın hepsinin bir olmadığı noktasına vurgu yaptığı görülüyor. Evet, bu, bizzat Kur’an’ın haber verdiği bir gerçektir (3/Âl-i İmrân, 113).

Ne var ki Kur’an, Ehl-i Kitap olarak anılan kitleler arasındaki bu ayrımın esasını nelerin teşkil ettiğini yine kendisi haber verdiğinden, bizim, Kur’an ve Sünnet’e dayanmadan “İşte Ehl-i Kitab’ın iyileri/makbulleri şunlardır” deme yetkimiz yok. (Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi’nin I. cildinde (16 ve 17 numaralı yazılar) bu nokta bütün detaylarıyla görülebilir.)

Bu özelliklere sahip topluluk –adı ne olursa olsun– şüphesiz kurtuluşa ermiştir; bunda tereddüde de, tartışmaya da mahal yok! Tartışma, bu özellikler arasından –Kur’an’ın bütünlüğünü zedeleme pahasına– bir kısmını cımbızlayarak üzerine küllî bir dava bina etme çabaları etrafında cereyan ediyor. Esasen iyi dikkat edildiğinde görülecektir ki, Kur’an’ın zikrettiği o özellikler “Mü’min” kategorisindeki insanlardan başkasında mevcut değildir.

Ehl-i Kitab’ın, İslam’a karşı temel itiraz/inkâr noktalarını muhafaza ederek kurtuluşa erebileceğini söylemek, Hak ile batılın eşdeğerde olduğunu söylemekten farksızdır. Bir başka ifadeyle bu, Ehl-i Kitab’a, “Siz Hz. Peygamber (s.a.v)’i, O’nun “Allah kelamı” olarak tebliğ ettiği Kur’an’ı, Kur’an’ın sizi imana çağıran ayetlerini inkâra, Kur’an’ın –haşa– “uydurulmuş bir kitap”, Hz. Peygamber (s.a.v)’in de –haşa– “yalancı” olduğunu söylemeye devam ederek de kurtuluşa erebilirsiniz; zahmet edip de İslam’a girmenize gerek yok” demektir.

“Hak ile batılı birbirine karıştırma” eyleminin bir tezahürü olarak bu durum, Frithjof Schuon ve ondan ilhamla Seyyid Hüseyin Nasr’ın dolaşıma soktuğu “izafî mutlaklık” tabirini çağrıştırıyor. Yani “mutlak hakikat” diye bir şey yoktur; Yahudiler’in, Hristiyanlar’ın, Budistler’in… ve bu arada Müslümanlar’ın “kendine mahsus” mutlakları vardır. Birinin mutlakı diğeri için pekala izafî olabilir…

Oysa mutlak olanın izafîleştirilmesi, izafî olanın mutlaklaştırılması demektir ki, “hevanın ilahlaştırılması” durumu tam da budur. Kur’an ya tasdiki kaçınılmaz “hak”tır, ya da değildir. Zira hak haktır, batıl da batıl! Diyalog sürecinde de sıklıkla dile getirilen, “Birilerine göre hak, diğerlerine göre batıl” anlayışı ilk bakışta “zor” bir mesele gibi görünse de, işin zorluğu kendi hakikatini inkâra zihnen mütemayil olanlar bakımındandır. Zira burada soru şudur: Kur’an Allah Teala nezdinde “hak” mıdır, değil midir? Bu soruya verilecek cevap, kişinin “imanda samimiyet ve yakin” durumunu da ele verecektir.

Son sözü yine Kur’an söylesin: “Eğer seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki: “Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” Ehl-i Kitab’a ve Ümmîler’e de de ki: “Siz de Allah’a teslim oldunuz mu (İslam’a girdiniz mi)?” Eğer İslam’a girerlerse, doğru yolu tutmuşlardır. Yüz çevirirlerse, sana düşen ancak tebliğdir. Allah, kulları gereği gibi görmektedir.” (3/Âl-i İmrân, 20)

Milli Gazete – 12 Mart 2007