Mürtedin katli hükmünün “fikir ve inanç özgürlüğü” bağlamında arz ettiği duruma değinerek bu bahsi bu yazıyla nihayetlendirmiş olalım.
İslam insanlara zorla din empoze edilmesini onaylamaz; kimsenin zorla müslümanlaştırılmasına rıza göstermez. Bu doğrudur; ancak bununla, müslüman bir kimsenin İslam’ı terk ederek bir başka dine veya dinsizliğe geçmesi birbirine karıştırılmamalıdır. “Arada ne fark vardır?” diye sorulacak olursa şöyle deriz:
Bu soruda müslümanın İslam’a bakışı ile ilgili temel bir problem bulunmaktadır. Bu problemin üzerine gitmeden mürtedin katli meselesindeki soru işaretlerini ortadan kaldırmak mümkün değildir. Hiçbir müslüman, İslam dışındaki bir dinin veya dinsizliğin müslümanlar arasında yayılmasına rıza göstermez. Bu, sadece mürtedin katli hükmünü kabul edenler tarafından değil, bu hükmü izahta zorlananlar veya reddedenler tarafından da böyle kabul edilir. Peki bunun sebebi nedir?
Şüphesiz ki bu sorunun tek bir cevabı vardır: İslam diğer dinlerle eşitlenemez; zira İslam hak, diğerleri batıldır! Bu sebeple hiç birimiz, bir yakınımızın veya bir başka müslümanın bu ezelî ve ebedî hakikati terk ederek, onunla kıyaslanması mümkün olmayan batıl din veya inanç sistemlerinden birine geçmesine rıza göstermeyiz. Bir müslümanın böyle bir şeyi kabul edip içine sindirmesi mümkün değildir! Bu sadece sosyo-kültürel bir problem değildir. Meselenin çok daha derinlere uzanan boyutları vardır.
Şayet mesele salt “din ve inanç özgürlüğü” ise, İslam’ı terk eden kimse, özgürlüğünü kullanmış ve basit bir seçim yapmıştır; böyleyken onun bu tercihini niçin tepkiyle karşılarız?
Şunu söylemek mümkün: Müslümanın, böyle bir tercihi onaylamaması, en temelde fıtrata aykırılığı sebebiyledir. Küfre karşı gösterilen fıtrî tepki, bir müslümanın dinini terk ederek kâfir olması durumunda elbette daha görünür olmaktadır.
İslam ile “diğerleri” arasında fazla bir fark olmadığı anlamına gelen “fikir ve inanç özgürlüğü” temelli itiraz bu bakımdan tartışmaya değerdir. “başka din ve inanç sistemlerinde dinini terk eden öldürülmez” veya “çağdaş dünyada bir kimsenin din değiştirdiği için ölüm cezasına çarptırılması anlaşılabilir değildir” tarzındaki yaklaşımlar, en temelde İslam ile “diğerleri”ni eşitlediği için sakattır. Birisi çıkıp da, “O zaman kâfirler niçin cehennem azabına çarptırılacak?” diye soracak olsa, bunun, ahirette cereyan edecek bir vakıa olarak dünya hayatını ilgilendirmediğini söyleyerek işin içinden sıyrılmak mümkün müdür?
Mürtedin katli hükmünü, irtidadın sağlıklı ve istikrarlı bir toplumsal hayat için tehdit oluşturacağı, dine karşı lakaytlığa kapı açacağı, dine bağlılık hissinde çözülmelere yol açacağı… gibi sebeplere bağlamak meselenin sadece bir boyutunu açıklar. Evet, İslam, müslümanlığı kabul etmeyi kişinin özgür iradesine bağlar; müslüman olması için onu hiçbir şekilde zorlamaz. Hatta müslüman olduktan sonra bu dini terk etmenin cezasını da peşinen bildirir ki bu dine giriş basiret, bilinç ve delil ile olsun.
Bunlar son derece önemli hususlardır. Ancak bütün bu izah tarzları, söz gelimi, hayatı kendi halinde yaşayan, İslam için bireysel ve toplumsal boyutta herhangi bir şekilde tehdit oluşturması söz konusu olmayan bir mürted için şüphesiz geçerli değildir. Şu halde irtidad hükmünü bunlarla izah etmek, hükmü “illeti”yle değil, “hikmeti”yle izah etmek olacaktır. Bir diğer deyişle elbette bu ve benzeri izah tarzları değerlidir, açıklayıcıdır; ancak “illet” yerine kaim değildir.
O halde mürtedin katli hükmünün izahı nasıl yapılmalıdır?
Elbette benim yazacaklarım da meselenin “illeti”ni açıklamak olarak, yani “kesin sebebi” ortaya koymak olarak anlaşılamaz. Bu sebeple, “Allahu a’lem” kaydıyla söyleyelim; bu hüküm, irtidad eden kimsenin, “en yüce değer”i, “mutlak hakikat”i tanıdıktan sonra ona arkasını dönmesi, ondan daha üstün bir değer bulunduğuna, hatta onun “hakikat diye bağlanacak kadar değerli olmadığına” inanması demektir. İslam varlığın biricik hakikati, inanç ve amel olarak fıtratın onayladığı tek sistemdir. Bir kimsenin bu hakikate vakıf ve vasıl olduktan sonra ona tavır alması elbette cürümlerin en büyüğü olarak görülmelidir.
Burada temel belirleyici, bizim neyi esas aldığımız, neyi önemsediğimizdir. Ya İslam’ı hayatın ve varlığın temeli, varoluşun biricik gayesi olarak kabul edecek ve her şeyi bu temelde değerlendireceğiz, ya da “inanç ve fikir özgürlüğü”nü bu konumda göreceğiz. Hangisini esas aldığımıza göre diğeri anlam ve değer kaybına uğrayacaktır.
Bu zaviyeden bakıldığında irtitad eden kimse, irtidad eylemini başkalarına yaymasa, bu anlamda toplum ve birey için bir tehdit oluşturmasa bile, kendi içinde yaşadığı, bir alçalmadır, seviye ve değer kaybıdır.
“Kimin nazarında” mı?
Elbette “varlığın sahibi” nazarında!!
Milli Gazete – 7 Haziran 2009