Münîb Engin Noyan’ın, Osmanlı tadındaki mektubu eşliğinde gönderdiği iki adet “Uygar” dergisi bugün (21 Ocak) elime geçti. Belki elektronik posta illetinin “mektub”u hayatımızdan kovmuş olmasından, belki satırlarına sinmiş olan o unutulmuş lezzetten, belki de her ikisinden, mektubu dönüp dönüp okumaktan kendimi alamadım. “Unuttuğumuz ne kadar şey var!” diye düşündüm. Mektuba adres yazmadığı için kendisine buradan teşekkür etmemi garipsemeyeceğini umarım.
Sonra dergiye “gömüldüm.” Son sayfayı çevirdiğimde, elimde tuttuğum sayının, Uygar’ın son sayısı olmasına içerledim. Keşke devam edebilseymiş…
Gecenin 2.5’unda bilgisayarın başına oturduğum şu esnada Muhammed Esed merhumun fırtınalı hayatının zihnimde bıraktığı kırılgan yansımaların, sağlıklı bir “Esed değerlendirmesi” yapmama ne ölçüde izin vereceğinden doğrusu emin değilim…
Önce şu soru takıldı aklıma: Başka çalışmaları dilimize daha önce çevrilmiş olduğu halde “Esed etkisi” neden Kur’an Mesajı ile oluştu? Bu çalışmanın bir “meal-tefsir” olmasından mı, imajinatif etkisinden mi, zaman mı?
Bu soruların bende baskın çıkan cevabı bunların hiçbiri değil. Cevap, bizim kaybettiğimizi/unuttuğumuzu onun bulmuş/keşfetmiş olması. İslam dünyasının son ikiyüz yıldır “değerler” bağlamında yaşadığı aşınma ve çürüme, İslam’la ilişkimizi “hissederek yaşama” seviyesinden, “öğrenmeye çalışma” seviyesine indirgedi. Bu, meyvenin tadını posasından almaya çalışmak gibi bir şey. Binbir türlü operasyona maruz bir zihin ve bulanık bir kalp, neyi ne kadar “sağlıklı” duyabilir? Tarihi, kültürü, dini, bu kadar filtrenin arkasından “olduğu gibi” görmek mümkün olabilir mi? Bütün bunların üstüne, varisi kılındığımız şeyin ağırlık ve ihtişamını taşıyacak sıkletten mahrum bulunuşumuzu da ekleyince, bu “minicik gövde”nin “kaf dağını” değil yüklenmeye, idrak etmeye bile güç yetiremeyişini açıklamak biraz daha kolaylaşıyor. Babasından kalan altın külçesine bakıp, “yarım ekmek arası döner veren çıksa da şu yükten kurtulsam” diyen toy delikanlının tavrı neyse, bizimki de o…
Esed merhum ise döner ekmeğe razı olmanın kahredici zilletini fark etmiş olmanın sağladığı avantajı donanmıştır. Bizim, sürgüne rızayla terk ettiğimiz verimli topraklara, o, sürgünden kurtulup gelen kişi durumundadır. Zihni, duyguları, algıları, tel örgüden firar eden kişininki kadar taze ve canlıdır; heyecanı o ölçüde diridir. Bizim yönümüz ise tel örgüye doğru…
Biz, ulemanın, “Kim kendisini bir kavme benzetirse, onlardandır” hadisinden hareketle 20. yüzyılın başında verdiği malum fetvaları çöpe atmışken Esed bize, “Gidip o çöpü karıştırın; muhtaç olduğunuz şey orada!” diyor: “Batının adetlerini ve hayat tarzını taklit etme yoluyla Müslümanlar giderek Batının eşyaya ve hayata bakış tarzını da edinme durumuna düşeceklerdir. Dış görünüşleri taklid, yavaş yavaş ona uygun olan fikrî yapı ve dünya görüşünü de kabullenmeye götürür. (…) Mesela “giyim tarzı”nı yalnızca şekille, dış görünüşle ilgili bir şey olarak görmek ve insanın fikrî ve manevî hayatı konusunda bundan dolayı bir korku duymaması gerektiğini farz etmekten daha büyük bir hata olamaz. (…) Müslüman da Avrupalının elbisesini giymekle, hiç farkına varmadan kendi zevki ile Avrupalının zevkini birleştirmiş olur. Sonra da giderek fikrî hayatını yeni giyim tarzıyla uyum sağlayacak şekilde şekillendirmeye, yani yozlaştırmaya ve bozmaya başlar…”
Milli Gazete – 23 Ocak 2003