Mübahale

Ebubekir Sifil2005, Gazete Yazıları, Mart 2005

Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin meşruiyetini isbatlamak amacıyla “delil” olarak ileri sürülen hususları ele aldığım seri yazılardan birisinde (24 Aralık 2004) Efendimiz (s.a.v) ile Necran heyeti arasında geçenleri özetlemiş ve “mübahale” konusuna değinmiştim.

Ehl-i Kitap ile Müslümanlar arasında –Ehl-i Kitab‘ın inisiyatifi ile– başlatılan diyalog faaliyetlerine ülkemizde birçok kesimin karşı çıktığı malum. Bu çerçevede diyalog taraftarlarına yöneltilen eleştirilerin dozunun zaman zaman kaçırıldığını söylemek mümkün. Bu meyanda kimin ne dediği üzerinde duracak değilim. Ancak bu faaliyetlerin dinî, siyasî, kültürel ve sosyal açılardan ülkemiz ve insanımız için hayırlı sonuçlar getirmeyeceğini düşünenlerden birisi olarak Fethullah Gülen hocaefendi ve bağlılarının diyalog süreci eleştirilerine mukabelede bulunurken söylediklerinin beni de ilgilendirdiği açık olduğundan mezkûr mukabelelere kayıtsız kalmaklığım düşünülemez.

Bu mukabelelerin son versiyonu, Hocaefendi ve ekibi tarafından, diyalog sürecine karşı çıkanların “mübahale“ye davet edilmesi şeklinde tezahür etti. Doğrusu bu tepkiye muttali olduğumda aklıma ilk gelen, Hocaefendi ve bağlılarının alışılagelmiş söylemlerinin yavaş yavaş değişmeye başladığı düşüncesi oldu.

Söylem önce “Biz herkesi seviyoruz; bite taş atana gül atarız”dan, “Bizi çekemiyorlar”a evrildi; ardından da “mübahale” daveti geldi.

Elbette diyalog sürecine ve bu süreçte yaşananlara itirazı olanlar homojen bir kitle oluşturmuyor; her birinin farklı bir tandansı ve retoriği var. Hatta “diyaloga hayır” diyenlerin bir kısmı gerçekten kasıtlı, riyakârca ve haset saikiyle hareket ediyor olabilir. Benim asıl merak ettiği nokta şu: Acaba Hocaefendi ve bağlıları, bunca eleştiri içinde haklılık payı bulunanlar olabileceğini hiç düşünmüş müdür? Düşünmüşse ne demiş, ne yapmıştır? Düşünmemişse gerekçesi nedir?

Kendi adıma konuşacak olursam, diyalog sürecine ve içerdiklerine itiraz mahiyetindeki yazıları yazarken, “acaba bu sürece “bizim taraf”tan iştirak edenler, aşamadıkları bazı engeller sebebiyle mi veya elde olanı muhafaza maksadıyla mı böyle bir zorlama içindeler” diye her seferinde düşünmüşümdür.

Aynı hassasiyetin diyalogcular tarafından da korunması gerektiğini söylemek zait olur. Eğer Türkiye‘de diyalog süreci, Hristiyanlığın da “hak din” olduğu kanaatine şu veya bu şekilde katkı sağlamış ve bu sebeple bir tek kişi dahi din değiştirerek Hristiyan olmuşsa burada derin bir iç muhasebe yapılması zaruri değil midir.

Türkiye‘de din değiştirme oranının ne olduğu, kaç müslümanın din değiştirerek Hristiyanlığa geçtiği konusunda net şeyler söylemek hayli zor. Zira bu konuda yapılmış ne bir bilimsel araştırma, ne de kesin delil var. Ancak öyle de olsa misyonerlik faaliyetlerinin alabildiğine yoğun bir şekilde sürdüğü bir ortamda hiç kimsenin bundan etkilenmeyeceğini ve gerçekten dinini değiştirip Hristiyanlığa geçmeyeceğini söylemek de mümkün değil.

Bu noktada, “Din değiştirdiği söylenenler İslam‘dan Hristiyanlığa geçiş yapmıyor. Bunlar zaten Hristiyan olduğu halde sadece Müslüman ismi taşıyan kimseler” diyerek savunmaya geçmek ne kadar doğru? Diyelim ki öyle; iyi ama bu durum, bundan sonra da hiç kimsenin gerçekten din değiştirmeyeceğini garanti eder mi?

Yine bu noktada, “Misyonerler asırlardır çalışıyor. Şimdi mi fark ettiniz?” tavrı da yanlıştır. Zira asırlardır misyonerler (eğer gerçekten “asırlardır” varsalar), “Ayıdan post, gâvurdan dost olmaz” özdeyişinin hakim olduğu bir ortamda icra-i faaliyet ediyordu, daha doğrusu “etmeye çalışıyordu”. Şimdi ise onlar “amentüde müttefikimiz” olarak arz-ı endam ediyor!

Gelinen noktada Müslümanlar‘ın “mübahale“ye davet edilişini nasıl yorumlamalıyız?

İslam‘da, detayları Fıkıh kitaplarında anlatılan ve eşler (karı-koca) arasında yapılan “li’an” (bkz. 24/en-Nûr, 6 vd.) dışında Müslümanlar arasında “karşılıklı lanetleşme” anlamına gelen bir uygulama var mıdır, bilmiyorum. Öyle görünüyor ki, Müslüman’ın Müslüman’ı “mübahale“ye daveti de diyalog sürecinin literatürümüze kazandırdığı bir uygulama olarak tarihe geçecek. Oysa o tarih bize, Kur’an‘ın ifade ettiği gibi “mübahale“nin Müslümanlar‘la gayrimüslimler arasında yapıldığını söylüyor.

“Fakat siz mehakke (mihenge) vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-i zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine izin vermeyiniz.

“İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mehakke vurunuz; eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz…” diyen bir insanın bağlıları olarak “Eğer biz zararlı şeyler yapıyorsak Allah bizi silip süpürüp götürsün” demek ve bir politikanın belirlenmesinde hakka/doğruya vahiy kesinliğinde isabet ettiğini ileri sürmek gerçekten yadırgatıcı!

Kendi payıma konuşayım: Dinlerarası diyalog sürecini eleştirirken yukarıda sözlerini naklettiğim Bediüzzaman merhumun tavsiyesi doğrultusunda hareket etmeye çalışıyorum. Bu bağlamda diyalogcuların ileri sürdüğü dinî delillerin uygun olmadığını düşünüyor; bu süreci ülkemiz ve insanımız için zararlı gördüğüm için eleştiriyorum.

Şahid ol ya Rab!

Milli Gazete – 19 Mart 2005