İstatistikler, demokrasiyi özümsemiş Batılı ülkelerde halkın seçimlere katılımının izafi olarak düşük seviyelerde seyrettiğini gösteriyor. Şu satırlar BBC’nin resmi sitesinden:
“Avrupa Parlamentosu için ilk seçimlerin yapıldığı 1979 yılından bu yana parlamento seçimlerine katılım oranı yavaş yavaş azalıyor. 1979’daki seçimlere katılım oranı yüzde 63’tü. 1999’daki son seçimlerde ise bu oran yüzde 49 olarak gerçekleşti.
Avrupa Birliği üyelerindeki katılım oranları ise birbirlerinden çok farklı. Örneğin 1999’daki seçimlerde katılım oranı İtalya’da yüzde 70’i aşarken, bu oran İngiltere’de sadece yüzde 24’tü.
Katılım oranı özellikle Belçika, Yunanistan ve Lüksemburg’da çok yüksekti, çünkü bu ülkelerde Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılım zorunlu.
Ancak 1979-1999 arasında Avrupa ülkelerinde genel seçimlere katılım oranlarının da, bazen yüzde 10’u aşan oranda düştüğü unutulmamalı. Mesela İngiltere’de 1979’da seçmenlerin yüzde 76’sı sandık başına gitmişti. 2001’de ise bu oran yüzde 59’du.
Fransa’da da 1980’de seçimlere katılım oranı yüzde 71 iken, bu oran 2002’de yüzde 60’a düştü.”[1]http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/1411_eu_parliament/page7.shtml
Son seçimlerde Almanya’da seçimlere katılım oranının % 70 civarında gerçekleşmiş. Hatta bazı eyaletlerde bu rakam 50’lere kadar düşmüş.[2]http://www.hamburghaber.de/haber-Almanyada-secimlere-katilim-orani–1831/
Genelleme yapmak için bu verilerin yeterli olmadığı, kesinlikle daha fazlasına ihtiyaç bulunduğu açık. Ama Türkiye ile kıyaslandığında bu rakamların düşük olduğu, hatta Türkiye’de imkânların oralardaki kadar gelişmiş olması durumunda katılım oranlarının daha da artacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ülkemizde 2007 seçimlerine katılım oranı % 84.24 iken, 2010 seçimlerinde bu rakam % 83.16 olarak gerçekleşmiş.
Elbette burada ülkemizin cumhuriyet tarihinin başından beri yaşadığı, son çeyrek asırda tırmanışa geçen, 90’lı yılların ortalarından itibaren ise tabir yerindeyse zirve yapan sosyal, ideolojik, etnik… karakterli çalkantıların büyük rolü var. Bütün bunlar, halk kesimlerine yayılmış gerilim ve kamplaşmanın siyasi tercihler üzerinden –bir anlamda– “hesaplaşma” duygusu içinde ortaya konulması olarak tezahür ediyor.
Burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, “İslamî” diye ifade edilen kesimin politik reflekslerinin geliştiği ölçüde başka alanlarda yaşadığı gerileme ve çözülme.
Söz gelimi Müslüman kimliğini önemsediği varsayılan kitlelerin, İslam’ın ilim, kültür, medeniyet alanlarında tarih içinde gerçekleştirdiği büyük hamlelerle ilgili düşüncesinin ne olduğu sorusuna vereceği cevap merak konusudur. Ekonomik seviyesi ve demokrasi hassasiyeti gün geçtikçe yükselen insanların, bu ülkenin kültür hayatının hangi istikamette seyrettiğiyle ilgili bir öngörüsü var mıdır mesela? Birbiri ardına açılan özel üniversitelerde genç nesillere genel olarak Sosyal Bilimler alanında ve özel olarak Dinler ve Medeniyetler Tarihi alanında, Bilim Tarihi, Kültür Tarihi, Sanat Tarihi… alanlarında ne öğretiliyor, ne tür metinler okutuluyor?
Hayata bakışımız, hayatı ve şehirleri inşa ediş biçimimiz; giyim-kuşamdan davranış tarzlarına, üretim-tüketim modellerine kadar hayatımızı kuşatan ve anlamlandıran alanlara ilişkin olarak ortaya “Müslümanca” bir bakış açısı, tarz ve model koyma endişemiz var mı?
Batılı ülkelerde seçimlere katılım oranının düşük ve gittikçe düşüyor olması onlarda kesinlikle “demokrasiden umut kesme” tavrından kaynaklanan bir görece olumsuzluğu değil, kendi bireysel ve toplumsal hayatını inşa ve garanti etmiş olmanın verdiği özgüvenin “politikadan istiğna” olarak görünmesini ifade eder. Bizde ise hayatını politikanın etkisine sonuna kadar açmış, kendisini politik tercihleri üzerinden ifade eden ve bu nokta üzerinden güvence arayan birey söz konusu.
Ve can alıcı soru: Hayatın inşası, ülkenin imarı, şehirleşme, hayata ve insana bakış… gibi temel konularda iktidar partisiyle muhalefet partileri arasında –ideolojik ayrışmaları bir kenara bırakacak olursak– esaslı bir farklılıktan söz edebilir miyiz?
Modernleşmek böyle bir şey…
Milli Gazete – 10 Eylül 2011