Bir önceki gün (21 Kasım Cumartesi) Hollanda’da, dün (22 Kasım Pazar) de Almanya’da yaptığımız programların başlığı böyleydi. Kendimize, aidiyetlerimize, kimliğimize bakışımızı derinden etkilemiş, hatta neredeyse “belirlemiş” bulunan kavramlara dikkat çekmeden doğru bir zeminde hareket ettiğimizi düşünmek ve söylemek mümkün değil.
Bunların başında elbette modernitenin vücut verdiği kavramlar geliyor. En önce de başlıkta yer alan ikili taksimin “tuzak” olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Hayatı, fikirleri, din anlayışını niçin böyle ikili bir taksimle anlamak zorundayız? Niçin bazı şeyler moderndir, yani “iyi”dir, “doğru”dur ve “olması gereken”dir de, diğer bazıları gelenekseldir, yani “dönemini doldurmuş”tur, “ölü”dür ve günümüzde kayda değer bir işleve sahip değildir?
En az bunun kadar önemlisi, bu kavramların içini kim dolduruyor? Müslümanlar herhangi bir muhakemeye tabi tutmadan kavramsal dünyalarına buyur ettikleri bu kavramları, muhtevalarını kendileri belirleyerek mi kullanıyor, yoksa muhteva da “ithal” mi?
Tabii ki kavramlar ithal olunca muhteva da kaçınılmaz olarak ithal oluyor. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında İslam Dünyası’na armağan edilen üç kavram moderniteyle ilişkimizi ve din anlayışımızı tayin etmişti: Adalet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik). O dönemin aydınları, hatta alimleri büyük çoğunluk itibariyle dini ve moderniteyle ilişkimizi bu kavramlar esasında tayin etmekte bir sakınca görmediler. Sultan II. Abdülhamid hana itirazların temelinde yatan şey, onun, “adalet” ve “hürriyet” kavramlarıyla çatışma teşkil eden uygulamaları, yani “istibdat”!! değil miydi?
Bizler de bugün bu kavramların “çağdaş” versiyonlarına aynı temel fonksiyonu tanımakla aynı ölümcül hatayı işliyoruz: Eğer bizim dünyamıza bugün “eşitlik”, “özgürlük” ve “insan hakları” temelli bir din ve hayat algısı hakimse, aynı tuzağın “çağdaş” versiyonuna muhatap olduğumuzun göstergesidir.
Acilen fark etmemiz gereken gerçek budur. Aksi halde Kur’an ve Sünnet tarafından ortaya konulan en temel hakikatlerle, bu dinin sabiteleriyle çatışmaya devam edeceğiz. Sadece Fıkhiyyat alanında değil, İtikadiyyat alanında bile “çağdaşlaşma” güdüsüyle hareket edecek, böylece Hristiyanlığın Protestanlık tecrübesinde yaşadığına benzer bir dönüşümü, daha doğrusu bir “kırılma”yı biz de İslam bağlamında yaşayacağız.
Günümüzde sıklıkla dile getirilen “din dilinin değişmesi gerektiği” tarzındaki söylemin bizi nereye götüreceği sorusunun cevabı bu bağlamda hayli ehemmiyet arz ediyor. Diyanet tarafından da ifadeye konulan din dilini yenileme faaliyetinin amacı ve metodu ne olacak? Bu faaliyet bizi sonunda din algısı noktasında farklı bir noktaya sürükleyecekse, bunun “Dinde reform” dediğimiz şeyin tıpkısının aynısı olduğu aşikâr değil mi?
İşin enteresan yanı şu ki, bundan –fazla değil– çeyrek asır öncesine kadar “dinde reform” dendiğinde dinî hassasiyet sahibi çevreler buna refleksif bir tepki gösterirdi. Şimdi aynı istikametteki faaliyetler bizzat “muhafazakâr” çevrelerin gönüllü katılımıyla yürütülüyor.
Kavramların din anlayışımızda yol açtığı dönüşümü ve bunun bizi nereye taşıyacağını acilen fark etmek ne işimize yarayacak?
Hemen söyleyeyim ki bunun bizi “rahatlatmak” gibi bir sonucu hiçbir zaman olmayacak. Tam tersine bu fark ediş başımıza temelli problemler açacak. Rahatımız, huzurumuz, konforumuz gidecek, yeni ve “temelli” problemlerle karşı karşıya geleceğiz.
Müslüman olmanın, yaşadığı tarihe ve coğrafyaya Müslümanlık zemininden bakmanın bir bedeli olmasın mı? Kur’an ve Sünnet bize böyle bir garanti mi verdi? Bizden öncekilerin başına gelenler bizim de başımıza gelmeden cennete girebileceğimizi mi zannediyoruz?..
Milli Gazete – 23 Kasım 2009