Siz bu satırları okurken, Anadolu Gençlik Derneği İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen 3. Uluslararası Asr-ı Saadet Sempozyumu’nun ilk gün oturumları ya yapıldı, ya da yapılıyor. Bu yıl isabetli bir konu seçilmiş bulunuyor: Tebliğ ve Davet.
Bir müslüman için, tebliğ ve davet temel bir görevdir. Zira “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” müslümanın temel vasfıdır ve tebliğ ve davet de –tıpkı cihad gibi, eğitim gibi, terbiye ve irşad gibi– “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker”in ayrılmaz bir parçası, boyutu ve yansımasıdır.
Ne var ki içinde bulunduğumuz çağda ve şartlarda bu, hakkıyla yerine getirilmesi hiç de kolay olmayan bir görev. Kurumsallaşma istiyor, eğitim istiyor, sabır, birikim, ehliyet ve liyakat istiyor.
Modern dönemde İslamî sorumluluk, çeşitli İslamî gruplar/cemaatler tarafından, genellikle tercih edilen bir alanın öne çıkarılması suretiyle yerine getirilmeye çalışılıyor. Bunu yaparken aralarında bir koordinasyon, dayanışma, işbirliği, hepsinden önemlisi ve önceliklisi de muhabbet ve ülfet ne yazık ki mevcut değil. En azından “yeterli düzeyde” mevcut değil.
Bunu da “kıyamet alametleri”nden olarak görmek mi gerekir?
Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yol üzere iseniz, sapmış kimse size zarar veremez.” (5/el-M”âide, 105)
Hz. Ebû Bekr (r.a) bir hutbe esnasında bu ayeti okur ve arkasından şöyle der: “Sizler bu ayeti okuyor ve yanlış tevil ediyorsunuz. Oysa ben Hz. Peygamber (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu işittim: “İnsanlar bir münker gördüklerinde onu engellemezlerse, Allah Teala’nın, onların hepsine birden azap göndermesi yakındır.”[1]Ahmed b. Hanbel, I, 5. Ayrıca bkz. İbn Mâce, “Fiten”, 20; İbn Hibbân, I, 539.
Büyük sahabî Abdullah b. Mes’ûd (r.a)’ın, bu ayet vesilesiyle dikkatimize sunduğu önemli bir tesbit var. Yanında bulunanlardan iki kişi bir mesele yüzünden çekişmeye başlayınca, üçüncü birisi emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker yaparak onları ayırmak ister. Bir başkası bu ayeti okuyarak onu bundan alıkoyar. Bunu işiten İbn Mes’ûd (r.a) şöyle der:
“Yavaş ol! Bu ayetin tevili henüz gelmemiştir. Öyle Kur’an ayeti vardır ki, tevili (yani delalet ettiği olay) daha önce vuku bulmuştur. Öyle ayet vardır ki, tevili Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında vuku bulmuştur. Öylesi vardır ki, tevili Hz. Peygamber (s.a.v)’den az bir zaman sonra vuku bulmuştur. Öylesi vardır ki, tevili zamanımızdan sonra vuku bulacaktır. Öylesi vardır ki, tevili kıyamet esnasında vaki olacaktır. Ve nihayet öylesi de vardır ki, tevili hesap günü vaki olacaktır.”[2]et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân, V, 94; el-Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, X, 92.
Gerek Kelam-ı Kadim’in üzerine tarihsellik gölgesi düşürmek isteyenleri, gerekse onu “başucu kitabı”na indirgeyerek her seviyeden insanın yorumuna açık hale getirenleri susturucu özellikteki bu tesbitin altını kalın çizgilerle birkaç kere çizin.
Bu tesbitten sonra Abdullah b. Mes’ûd (r.a), sözü, mezkûr ayetin hangi durumda doğru tavrın ifadesi olarak hayata yansıyacağı konusuna getiriyor ve kendi yaşadığı dönem ile ahir zaman arasında son derece çarpıcı bir kıyaslama yapıyor.
Onun, bugünü görüyormuşçasına yaptığı bu kıyaslamayı ve oradan günümüze nelerin yansıdığını bir sonraki yazıda görelim.
Milli Gazete – 21 Nisan 2007