Dünya görüşünü, varlık ve hayat telakkisini İslamî referanslara dayandırma hassasiyeti içinde olanların, modernitenin müdahaleci ve dönüştürücü global meydan okumaları karşısında şu ana kadar sergilenenden çok daha özgün ve derinlikli çabalar ortaya koymak gibi bir zaruretin muhatabı olduğu açık. Modernite’nin ürettiği ve “bilgisayar virüsü” gibi bilinç altımıza hissettirmeden zerkettiği kavramlarla düşünme va algılama handikapından kurtulmadan özgün ve otantik bir İslamî bilinç oluşturmanın imkânsızlığını keşfedememiş olanlar, İslam’ın tarihler ve coğrafyalar üstü mesajını kavramak, içselleştirmek ve “sunmak” gibi “birkaç beden büyük” bir çabanın içine girmesi muhalin de muhalidir.
Biraz açalım: “İslamî hassasiyet sahibi yazar-çizerlerin –gerek ülkemizde, gerekse İslam dünyasında– başat günden maddeleri nelerdir?” diye bir soru sorsam, alacağım cevapların tamama yakın yüzdesini “İslam-sistem ilişkisi”nin oluşturacağı açık.
Eğer bu doğruysa, bugün yeryüzünde bu problemi şu veya bu ölçüde/şekilde aştığı varsayılan ülkelerin başka problemlerle iştigal ediyor olması gerekir. İtikadî ve siyasî görecelik ve yargıları bir kenara bırakarak birkaç örnek üzerinde duracak olursak:
Aşağıdan yukarıya doğru yükselen bir taleple 23 sene önce bir İslamî dönüşüm gerçekleştirmiş olan ve artık bir “devrim nesli”ne sahip bulunan İran’ın birinci gündem maddesi reformcu-gelenekçi ayrışmasıdır. Her ne kadar bu ayrışmanın, “usulî-ahbarî” karşıtlığına kadar giden bir arka planı var ise de, İran’da Cumhurbaşkanı Hatemi’nin temsil ettiği çizginin kullandığı “dil”in bu geleneksel karşıtlığın bir cenahını teşkil eden “usulîler”in argümanlarının ötesine taşan bir mahiyet arz ettiğini tesbit etmek durumundayız.
Cengiz Çandar’ın geçen Çarşamba günkü Yeni Şafak’ta naklettiği şu ifadeler bu tesbit ile tam bir mutabakat halindedir: “İran’ı böylesine ilginç kılan, gerçek bir demokrasi olmaması değil, gerçek bir İslami teokrasi de olmaması. (…) Ve İranlılar’ın bir devleti yönetmekten (yönetmeye?) ehil olmayan ve kendilerine ne giyeceklerini, ne düşüneceklerini ve ne söyleyeceklerini bildiren din adamları altında yaşadıkları son 23 yılın dersini almış ve İslam’ın modern çağda bir ulusun hayatının her bölümünü ters yönde tepkiye yol açmadan düzenleyemeyeceğini bilen dini düşünürleri de burada buluyorsunuz. Bugün birçok genç İranlı camilerden uzak duruyor ve din adamlarından öylesine nefret ediyor ki, bazı mollalar belirli semtlerde yürürken hakarete ve saldırıya uğramamak için sarıklarını ve cübbelerini çıkartmak zorunda kalıyorlar.”
Bu tesbitlerin sahibinin bir Batılı, Thomas Friedman olması, normal olarak bizi, söylenenlerde bir miktar abartı bulunduğu düşüncesine iter. Ancak aynı yazısında Çandar’ın, bizzat Humeyni’nin danışmanlığını yapmış olan ve şimdilerde reformcu kanadın önde gelen isimlerinden biri sayılan Muhsin Sazgara’dan alıntıladığı şu ifadeler, böyle bir düşüncenin çok da temelli olmadığını ortaya koyuyor:
“Şah’ı devirip yeni bir devlet, İslami bir devlet kuracağımız vakit dünyaya yeni bir yol göstereceğimizi düşünmüştük. Ama devrimin zaferinden sonra yaptığımız yeni bir yol değildi. Demokrasi ile İslam’ın izdivacını sağlayamadık. İşte reform hareketine bu durum yol açtı. (…) Dolayısıyla şimdi dini demokrasiyi değil, altında dine saygın bir yer sağlayacak olan gerçek demokrasiyi zorlamamız gerekiyor.”
Evet şimdi İran’da Halkın Mücahitleri veya Şah taraftarlarının değil, bizzat “devrimin çocukları”nın Batı tarzı demokrasi talepleri yükseliyor.
Haziran 2002 – Milli Gazete